v02.01.25 Geliştirme Notları
Mâide Sûresi
110
Cuz 6
18﴿ Yahûdîler ve Hristiyanlar: “Biz Allâh’ın oğulları (olan Uzeyr ve Mesîh peygamberin mensupları)-yız ve O’nun sevdikleriyiz” dedi. (Habîbim! Bu iftirâcılara) de ki: “(Bu makamda olanın dokunulmazlık hakkı kazanması gerekir. Hâlbuki mağlubiyetler, esâretler ve maymuna, domuza dönüştürülme gibi sûretlerle Allâh size dünyâda defâatle azap etmiştir ki, âhirette de sayılı günler süresince de olsa, azâba uğrayacağınızı kendiniz bile îtirâf etmektesiniz. Eğer bu iddiânız doğruysa) peki ya niçin günahlarınız sebebiyle O size azap ediyor?! Doğrusu siz (diğer Âdemoğulları gibi) O’nun yaratmış olduğu kimseler arasından birer beşersiniz (bu nedenle iyilik ve kötülüklerinizin karşılığını göreceksiniz). O (Allâh-u Te‘âlâ) dilediği kimseyi bağışlar (ki onlar, O’na ve peygamberlerine îmân edenlerdir). İstediğine de azap eder (ki, onlar da kâfirlikte kalanlardır). Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti ancak Allâh’ındır. O (son) varış da ancak O’nadır. (Artık O, herkese karşılığını verecektir.)Yahûdî ve Hristiyanların, Allâh’ın oğulları ve dostları olduklarına dâir iddiâları, Uzeyr ile Îsâ (Aleyhimesselâm)a intisaplarıyla irtibatlıdır. Zîrâ Yahûdîler Uzeyr (Aleyhisselâm)ı, Hristiyanlar da Îsâ (Aleyhisselâm)ı Allâh’ın oğlu olarak görmektedirler ve kendilerinin bu iki zâta bağlı olduklarını savunmaktadırlar. Bir kralın yakınları başkalarına karşı övünürken: “Biz hükümdarlarız” diyerek, hükümdâra olan yakınlıklarını ortaya koydukları gibi, Yahûdî ve Hristiyanların da “Allâh’ın oğlu” olarak inandıkları bu iki zâta bağlılık açıklamaları, dolaylı olarak kendilerini de Allâh’ın oğulları ve dostları yerine koymalarını iktizâ etmiştir ki böylece onlar Allâh katında îtibarlı olduklarını ifâde etmek istemişlerdir.
19﴿ Ey Ehl-i Kitap! Gerçekten (insanlar) rasüller(i göndermemiz)den bir (kesiklik ve) fetret üzere (yaşıyorlar) iken size Bizim Rasûlümüz gelmiştir ki, o size (dînin hükümleri hakkında) tam mânâsıyla açıklama yapmaktadır. Tâ ki siz: “Bize müjdeleyici biri gelmedi, uyarıda bulunan biri de (bizi korkutucu) olmadı” diyemeyesiniz. İşte muhakkak size büyük bir müjdeleyici ve tam bir uyarıcı (olan Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)) gelmiştir. Allâh ise (peygamberlerini peş peşe ve ara ara göndermek dâhil) her şeye (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’dir.
20﴿ (Habîbim! Yâd et) bir zamânı da ki; Mûsâ kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Allâh’ın sizin üzerinizde bulunan nîmet(ler)ini hatırlayın; vaktâ ki O sizin içinizde birçok nebîler göndermişti, sizi (Firavun’un köleliğinden kurtarıp) hükümdârlar da yapmıştı ve o (dönemdeki) âlemlerden hiçbirine vermediği şeyleri size vermişti. (Nitekim denizin yarılması ve bulutun gölge yapması gibi nîmetlerin sizden evvel kimseye verildiği duyulmamıştır.)
21﴿ Ey kavmim! Allâh’ın (Levh-i Mahfûz’da) sizin (meskeniniz olması) için (ayırıp) yazmış olduğu o mukaddes (ve kutsal Şâm arâzisinde bulunan Kuds-ü Şerîf) toprağ(ın)a girin. (Orada bulunan azgın kimselerden korkarak) arkalarınıza doğru (gerisin) geri dönmeyin, sonra (dünyâ ve âhiret sevâbını) kaybeden kimselere dönersiniz /(iki cihan saâdetini) kaybedenler olarak geri dönersiniz/.” Burada geçen “Arz-ı Mukaddese”nin neresi olduğu hakkında birkaç görüş varsa da, Katâde (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen Şâm toprakları görüşü, bütün mânâları içine almaktadır. Zîrâ Şâm denince, şu anda bilinen Şâm vilâyeti kastedilmeyip, Erîha, Dımeşk, Filistin ve Ürdün dâhil, Tûr Dağı ve civârına uzanan bölgenin tamâmı konu edilmektedir. (‘Abdürezzâk, el-Musannef, 1/186; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 7/133)
22﴿ Onlar: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ki orada (zorba ve) cebbarlar gürûhu var. Gerçekten kendileri (savaşsız bir şekilde) oradan çıkıncaya kadar biz oraya aslâ (savaşıp da) girmeyeceğiz. Artık eğer onlar (kendi başlarına) oradan çıkacak olurlarsa, gerçekten biz (o zaman onların ülkelerine) girici kimseleriz” demişlerdi. Burada geçen cebbâr toplum Âd kavminin kalıntıları olan Amâlika’dan bir cemâat idiler ki, kendi asırlarında hiç kimsede olmayan boy ve kuvvet onlara mahsustu. Bu kıssanın tafsîlâtı için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 6/421-433
23﴿ (Bunun üzerine) Allâh’ın kendilerine (îmân ve sebât nîmetlerini) ihsân etmiş olduğu (Kâlib ve Yûşa‘ isimli) o (Allâh’ın emrine karşı gelmekten) korkmakta bulunan kimselerden iki er kişi dedi ki: “Onların üzerine (baskın yaparak kendilerine göz açtırmadan ve sahrâya çıkmalarına fırsat vermeden) o (şehrin) kapı(sın)dan (ansızın) girin. İşte ondan (içeri) girdiğiniz anda gerçekten de siz gâlip kimselersiniz. Böylece ancak Allâh’a tevekkül edin. Eğer (Allâh’ın sözüne) îmân eden kimseler olduysanız (böyle yapmanız gerekir, çünkü îmân her işte Allâh’a güvenmeyi gerektirir).”
سُورَةُ الْمَائِدَةِ
الجزء ٦
١١٠
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ ﴿١٨
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟ ﴿١٩
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًاۗ وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَدًا مِنَ الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٠
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ ﴿٢١
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْمًا جَبَّار۪ينَۗ وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ ﴿٢٢
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٢٣
Mâide Sûresi
110
Cuz 6
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ ﴿١٨
18﴿ Yahûdîler ve Hristiyanlar: “Biz Allâh’ın oğulları (olan Uzeyr ve Mesîh peygamberin mensupları)-yız ve O’nun sevdikleriyiz” dedi. (Habîbim! Bu iftirâcılara) de ki: “(Bu makamda olanın dokunulmazlık hakkı kazanması gerekir. Hâlbuki mağlubiyetler, esâretler ve maymuna, domuza dönüştürülme gibi sûretlerle Allâh size dünyâda defâatle azap etmiştir ki, âhirette de sayılı günler süresince de olsa, azâba uğrayacağınızı kendiniz bile îtirâf etmektesiniz. Eğer bu iddiânız doğruysa) peki ya niçin günahlarınız sebebiyle O size azap ediyor?! Doğrusu siz (diğer Âdemoğulları gibi) O’nun yaratmış olduğu kimseler arasından birer beşersiniz (bu nedenle iyilik ve kötülüklerinizin karşılığını göreceksiniz). O (Allâh-u Te‘âlâ) dilediği kimseyi bağışlar (ki onlar, O’na ve peygamberlerine îmân edenlerdir). İstediğine de azap eder (ki, onlar da kâfirlikte kalanlardır). Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti ancak Allâh’ındır. O (son) varış da ancak O’nadır. (Artık O, herkese karşılığını verecektir.)Yahûdî ve Hristiyanların, Allâh’ın oğulları ve dostları olduklarına dâir iddiâları, Uzeyr ile Îsâ (Aleyhimesselâm)a intisaplarıyla irtibatlıdır. Zîrâ Yahûdîler Uzeyr (Aleyhisselâm)ı, Hristiyanlar da Îsâ (Aleyhisselâm)ı Allâh’ın oğlu olarak görmektedirler ve kendilerinin bu iki zâta bağlı olduklarını savunmaktadırlar. Bir kralın yakınları başkalarına karşı övünürken: “Biz hükümdarlarız” diyerek, hükümdâra olan yakınlıklarını ortaya koydukları gibi, Yahûdî ve Hristiyanların da “Allâh’ın oğlu” olarak inandıkları bu iki zâta bağlılık açıklamaları, dolaylı olarak kendilerini de Allâh’ın oğulları ve dostları yerine koymalarını iktizâ etmiştir ki böylece onlar Allâh katında îtibarlı olduklarını ifâde etmek istemişlerdir.
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟ ﴿١٩
19﴿ Ey Ehl-i Kitap! Gerçekten (insanlar) rasüller(i göndermemiz)den bir (kesiklik ve) fetret üzere (yaşıyorlar) iken size Bizim Rasûlümüz gelmiştir ki, o size (dînin hükümleri hakkında) tam mânâsıyla açıklama yapmaktadır. Tâ ki siz: “Bize müjdeleyici biri gelmedi, uyarıda bulunan biri de (bizi korkutucu) olmadı” diyemeyesiniz. İşte muhakkak size büyük bir müjdeleyici ve tam bir uyarıcı (olan Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)) gelmiştir. Allâh ise (peygamberlerini peş peşe ve ara ara göndermek dâhil) her şeye (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’dir.
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًاۗ وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَدًا مِنَ الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٠
20﴿ (Habîbim! Yâd et) bir zamânı da ki; Mûsâ kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Allâh’ın sizin üzerinizde bulunan nîmet(ler)ini hatırlayın; vaktâ ki O sizin içinizde birçok nebîler göndermişti, sizi (Firavun’un köleliğinden kurtarıp) hükümdârlar da yapmıştı ve o (dönemdeki) âlemlerden hiçbirine vermediği şeyleri size vermişti. (Nitekim denizin yarılması ve bulutun gölge yapması gibi nîmetlerin sizden evvel kimseye verildiği duyulmamıştır.)
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ ﴿٢١
21﴿ Ey kavmim! Allâh’ın (Levh-i Mahfûz’da) sizin (meskeniniz olması) için (ayırıp) yazmış olduğu o mukaddes (ve kutsal Şâm arâzisinde bulunan Kuds-ü Şerîf) toprağ(ın)a girin. (Orada bulunan azgın kimselerden korkarak) arkalarınıza doğru (gerisin) geri dönmeyin, sonra (dünyâ ve âhiret sevâbını) kaybeden kimselere dönersiniz /(iki cihan saâdetini) kaybedenler olarak geri dönersiniz/.” Burada geçen “Arz-ı Mukaddese”nin neresi olduğu hakkında birkaç görüş varsa da, Katâde (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen Şâm toprakları görüşü, bütün mânâları içine almaktadır. Zîrâ Şâm denince, şu anda bilinen Şâm vilâyeti kastedilmeyip, Erîha, Dımeşk, Filistin ve Ürdün dâhil, Tûr Dağı ve civârına uzanan bölgenin tamâmı konu edilmektedir. (‘Abdürezzâk, el-Musannef, 1/186; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 7/133)
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْمًا جَبَّار۪ينَۗ وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ ﴿٢٢
22﴿ Onlar: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ki orada (zorba ve) cebbarlar gürûhu var. Gerçekten kendileri (savaşsız bir şekilde) oradan çıkıncaya kadar biz oraya aslâ (savaşıp da) girmeyeceğiz. Artık eğer onlar (kendi başlarına) oradan çıkacak olurlarsa, gerçekten biz (o zaman onların ülkelerine) girici kimseleriz” demişlerdi. Burada geçen cebbâr toplum Âd kavminin kalıntıları olan Amâlika’dan bir cemâat idiler ki, kendi asırlarında hiç kimsede olmayan boy ve kuvvet onlara mahsustu. Bu kıssanın tafsîlâtı için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 6/421-433
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٢٣
23﴿ (Bunun üzerine) Allâh’ın kendilerine (îmân ve sebât nîmetlerini) ihsân etmiş olduğu (Kâlib ve Yûşa‘ isimli) o (Allâh’ın emrine karşı gelmekten) korkmakta bulunan kimselerden iki er kişi dedi ki: “Onların üzerine (baskın yaparak kendilerine göz açtırmadan ve sahrâya çıkmalarına fırsat vermeden) o (şehrin) kapı(sın)dan (ansızın) girin. İşte ondan (içeri) girdiğiniz anda gerçekten de siz gâlip kimselersiniz. Böylece ancak Allâh’a tevekkül edin. Eğer (Allâh’ın sözüne) îmân eden kimseler olduysanız (böyle yapmanız gerekir, çünkü îmân her işte Allâh’a güvenmeyi gerektirir).”