v02.01.25 Geliştirme Notları
Mâide Sûresi
126
Cuz 7
114﴿ Meryem oğlu Îsâ (onların niyetinin doğru olduğunu anlayınca Allâh-u Te‘âlâ’ya mürâcaat ederek): “Ey Rabbimiz olan Allâh! Sen bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki (onun indiği gün) bizim için, hem (zamânımızda bulunan) evvelkilerimiz (ve ilklerimiz), hem sonrakilerimiz için bir bayram ve (Senin kudretine, benim nübüvvetime dâir) Senden (gelen) bir âyet (ve mûcize) olsun ve (böylece) Sen (özel bir nîmetle) bizi rızıklandır. Zâten ancak Sen rızık verenlerin hayırlısısın (zîrâ diğer rızık verenler sâdece sebep olabilirler ve karşılık beklerler, rızıkları yaratan ve karşılıksız veren ise ancak Sensin)” dedi.
115﴿ Allâh: “Şüphesiz ki Ben (bu isteğinize icâbeten) onu üzerinize indiriciyim. Artık içinizden her kim bu (sofraya ulaşması)ndan sonra kâfir olursa, gerçekten de Ben ona öyle büyük bir azaplandırma ile azap edeceğim ki âlemlerden hiçbirine onunla azap etmeyeceğim” buyurdu. İmâm-ı Mücâhid (Rahimehullâh) gibi birtakım âlimler, sofra indikten sonra inkâr edecek olanların azâba düşeceklerini işiten kimselerin, istiğfâr ederek bu isteklerinden vazgeçtiklerini, dolayısıyla böyle bir sofranın inmediğini söylemişlerse de, müfessirlerin cumhûruna göre bu sofra indirilmiştir. Çünkü Allâh-u Te‘âlâ: “Şüphesiz Ben onu sizin üzerinize indireceğim” buyurmuştur ki bu ifâde-i celîle, herhangi bir şarta bağlı olmaksızın o sofranın mutlaka indirileceği hususunda İlâhî bir vaad olduğundan, cumhûrun görüşü kabûle şâyân görülmüştür.
116﴿ (Habîbim! Yâd et) bir vakti ki Allâh: “Ey Meryem oğlu Îsâ! ‘Allâh’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin’ diye insanlara sen mi dedin?” buyurmuştu.O da demişti ki: “(Senden başka bir ilâhın varlığından) Seni tesbîh ile (tenzîh ederim)! Benim için bir hak olmayan şeyi söylemem aslâ benim için olacak şey değildir. Eğer ben onu söylemiş olduysam, zâten şüphesiz ki Sen onu bilmişsindir. (Çünkü) Sen benim içimde olan (mâlûmât)ı bilirsin, ama ben Senin Zâtında olan (sonsuz ve gizli mâlûmât)ı bilemem. Şüphesiz Sen, ancak Sen bütün (gizli ve) gaybları hakkıyla bilensin! Allâh-u Te‘âlâ’nın bu buyruğunun ne zaman vâki olduğu hakkında birkaç rivâyet vardır, bir kavle göre; Îsâ (Aleyhisselâm) ümmetinin içindeyken, diğer bir rivâyete göre; göğe kaldırılırken vukû bulmuştur. Ama cumhûr-u müfessirînin kavline göre; Allâh-u Te‘âlâ ile Îsâ (Aleyhisselâm) arasında geçen bu muhâvere kıyâmet gününde vukû bulacaktır. Bu âyet-i celîlenin siyâk ve sibâkı da bu görüşü teyid eder mâhiyettedir. Bu hâdise mutlaka tahakkuk edeceğinden dolayı şu anda olmuş bitmiş kabûl edildiği için fiiller mâzî sîğasıyla zikredilmiştir. (‘Ömer en-Nesefî, et-Teysîr, 5/538; ‘Abdullâh en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 2/375)
117﴿ Ben onlara: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a ibâdet edin’ diye Senin bana kendisini (söylememi) emretmiş olduğun şeyden başkasını söylemedim. İçlerinde bulunduğum sürece ben de kendileri üzerine bir şâhit (ve gözcü) idim. Fakat Sen beni (göklere kaldırarak içlerinden) tamâmen (ayırıp) alınca, onlar üzerine (tam mânâsıyla gözcü ve koruyucu olan) Rakîb sâdece Sen oldun. Zâten Sen (bizim sözlerimiz ve işlerimiz dâhil) her şeye (hakkıyla şâhitlikte bulunan bir) Şehîd’sin. Bâzıları bu âyet-i kerîmede geçen “Teveffî” kelimesinden yola çıkıp Îsâ (Aleyhisselâm)ın öldükten sonra göklere kaldırıldığını iddiâ ederek Hristiyan inancına meyletmiş ve Ehl-i Sünet îtikādından ayrılmışlardır. Zîrâ Hasen (Radıyallâhu Anh)dan nakledilen sahîh rivâyete göre; bu âyet-i kerîmede geçen: “Teveffî” kelimesi Îsâ (Aleyhisselâm)ın Yahûdîlerin saldırısı üzerine göklere diri ve uyanık hâlde yükseltilmesi mânâsındadır. Nitekim “Teveffî” kelimesi: “Tam mânâsıyla kabzetme” anlamında olduğu için burada murâd; ümmetinin içerisinden tamâmen alınıp göklere kaldırılışıdır. Cumhûr ulemâ bu görüş üzere ittifak etmiştir. Bunun aksini söyleyenler Ehl-i Sünnet hârici Mûtezile gibi dalâlet fırkalarının mensuplarındandır. (es-Sa‘lebî, el-Keşfü ve’l-beyân, 11/569-570; el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 1/447; İbnü ‘Atıyye, el-Muharrarü’l-vecîz, 2/263; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, 4/64; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 7/503)
118﴿ Eğer sen o (kâfir olarak ölecek ola)nlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır. (Elbette Senden başkasına taptıkları için bu azâbı hak etmiş olurlar. Zâten kendi mülkünde yaptığı hiçbir şeyden dolayı Senin gibi mutlak bir Mâlik’e îtirâz edilemez.) Ama onlar(dan şirki bırakıp îmân edecek olanlar) için (günahlarını) mağfiret edecek olursan, zâten muhakkak Sen, ancak Sen (isteği engellenemeyecek izzete sâhip olan bir) Azîz’sin, (boş yere azap etmeyecek hikmete sâhip olan bir) Hakîm’sin!”
119﴿ (Bunun üzerine) Allâh buyurdu ki: “İşte bu (kıyâmet günü) ancak (dünyâda iken kullukta) sadâkat gösterenlere (ve peygamberlerin tebliğ ettikleri îtikād ve amelle ilgili tüm meseleleri tatbik edenlere) doğruluklarının fayda vereceği gündür. Sonsuza kadar içerilerinde dâim kalacakları pek değerli cennetler onlara âittir ki onların (köşklerinin ve ağaçlarının) altlarından sürekli nehirler akmaktadır. Allâh onlar(ın kabûle şâyân çalışmaların)dan râzı olmuştur. Onlar da O’n(un bol mükâfatın)dan hoşnut kalmıştırlar. (Habîbim!) İşte sana! Ancak bu (şekilde cennete girip cehennemden uzak tutulmak, dünyâdaki geçici kurtuluşlara nazaran) pek büyük bir kurtuluştur.”
120﴿ Göklerin, yerin ve onlar içerisinde bulunanların mülkiyeti (saltanat ve hükümranlığı) sâdece Allâh’a âittir ve (yaratmak, yok etmek, vermek ve engellemek dâhil) her şeye O (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’dir. (Artık Îsâ ve Meryem gibi âciz yaratılmışların böyle bir Zâta eş ve ortak olmaları nasıl düşünülebilir?!)
سُورَةُ الْمَائِدَةِ
الجزء ٧
١٢٦
قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللّٰهُمَّ رَبَّنَٓا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَٓائِدَةً مِنَ السَّمَٓاءِ تَكُونُ لَنَا ع۪يدًا لِاَوَّلِنَا وَاٰخِرِنَا وَاٰيَةً مِنْكَۚ وَارْزُقْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ ﴿١١٤
قَالَ اللّٰهُ اِنّ۪ي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ مِنْكُمْ فَاِنّ۪ٓي اُعَذِّبُهُ عَذَابًا لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَدًا مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟ ﴿١١٥
وَاِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ ءَاَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُون۪ي وَاُمِّيَ اِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ ل۪ٓي اَنْ اَقُولَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِحَقٍّۜ اِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُۜ تَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْس۪ي وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَۜ اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ ﴿١١٦
مَا قُلْتُ لَهُمْ اِلَّا مَٓا اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۚ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَه۪يدًا مَا دُمْتُ ف۪يهِمْۚ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَن۪ي كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْۜ وَاَنْتَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ ﴿١١٧
اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَۚ وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿١١٨
قَالَ اللّٰهُ هٰذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ صِدْقُهُمْۜ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ ﴿١١٩
لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿١٢٠
Mâide Sûresi
126
Cuz 7
قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللّٰهُمَّ رَبَّنَٓا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَٓائِدَةً مِنَ السَّمَٓاءِ تَكُونُ لَنَا ع۪يدًا لِاَوَّلِنَا وَاٰخِرِنَا وَاٰيَةً مِنْكَۚ وَارْزُقْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ ﴿١١٤
114﴿ Meryem oğlu Îsâ (onların niyetinin doğru olduğunu anlayınca Allâh-u Te‘âlâ’ya mürâcaat ederek): “Ey Rabbimiz olan Allâh! Sen bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki (onun indiği gün) bizim için, hem (zamânımızda bulunan) evvelkilerimiz (ve ilklerimiz), hem sonrakilerimiz için bir bayram ve (Senin kudretine, benim nübüvvetime dâir) Senden (gelen) bir âyet (ve mûcize) olsun ve (böylece) Sen (özel bir nîmetle) bizi rızıklandır. Zâten ancak Sen rızık verenlerin hayırlısısın (zîrâ diğer rızık verenler sâdece sebep olabilirler ve karşılık beklerler, rızıkları yaratan ve karşılıksız veren ise ancak Sensin)” dedi.
قَالَ اللّٰهُ اِنّ۪ي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ مِنْكُمْ فَاِنّ۪ٓي اُعَذِّبُهُ عَذَابًا لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَدًا مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟ ﴿١١٥
115﴿ Allâh: “Şüphesiz ki Ben (bu isteğinize icâbeten) onu üzerinize indiriciyim. Artık içinizden her kim bu (sofraya ulaşması)ndan sonra kâfir olursa, gerçekten de Ben ona öyle büyük bir azaplandırma ile azap edeceğim ki âlemlerden hiçbirine onunla azap etmeyeceğim” buyurdu. İmâm-ı Mücâhid (Rahimehullâh) gibi birtakım âlimler, sofra indikten sonra inkâr edecek olanların azâba düşeceklerini işiten kimselerin, istiğfâr ederek bu isteklerinden vazgeçtiklerini, dolayısıyla böyle bir sofranın inmediğini söylemişlerse de, müfessirlerin cumhûruna göre bu sofra indirilmiştir. Çünkü Allâh-u Te‘âlâ: “Şüphesiz Ben onu sizin üzerinize indireceğim” buyurmuştur ki bu ifâde-i celîle, herhangi bir şarta bağlı olmaksızın o sofranın mutlaka indirileceği hususunda İlâhî bir vaad olduğundan, cumhûrun görüşü kabûle şâyân görülmüştür.
وَاِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ ءَاَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُون۪ي وَاُمِّيَ اِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ ل۪ٓي اَنْ اَقُولَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِحَقٍّۜ اِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُۜ تَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْس۪ي وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَۜ اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ ﴿١١٦
116﴿ (Habîbim! Yâd et) bir vakti ki Allâh: “Ey Meryem oğlu Îsâ! ‘Allâh’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin’ diye insanlara sen mi dedin?” buyurmuştu.O da demişti ki: “(Senden başka bir ilâhın varlığından) Seni tesbîh ile (tenzîh ederim)! Benim için bir hak olmayan şeyi söylemem aslâ benim için olacak şey değildir. Eğer ben onu söylemiş olduysam, zâten şüphesiz ki Sen onu bilmişsindir. (Çünkü) Sen benim içimde olan (mâlûmât)ı bilirsin, ama ben Senin Zâtında olan (sonsuz ve gizli mâlûmât)ı bilemem. Şüphesiz Sen, ancak Sen bütün (gizli ve) gaybları hakkıyla bilensin! Allâh-u Te‘âlâ’nın bu buyruğunun ne zaman vâki olduğu hakkında birkaç rivâyet vardır, bir kavle göre; Îsâ (Aleyhisselâm) ümmetinin içindeyken, diğer bir rivâyete göre; göğe kaldırılırken vukû bulmuştur. Ama cumhûr-u müfessirînin kavline göre; Allâh-u Te‘âlâ ile Îsâ (Aleyhisselâm) arasında geçen bu muhâvere kıyâmet gününde vukû bulacaktır. Bu âyet-i celîlenin siyâk ve sibâkı da bu görüşü teyid eder mâhiyettedir. Bu hâdise mutlaka tahakkuk edeceğinden dolayı şu anda olmuş bitmiş kabûl edildiği için fiiller mâzî sîğasıyla zikredilmiştir. (‘Ömer en-Nesefî, et-Teysîr, 5/538; ‘Abdullâh en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 2/375)
مَا قُلْتُ لَهُمْ اِلَّا مَٓا اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۚ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَه۪يدًا مَا دُمْتُ ف۪يهِمْۚ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَن۪ي كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْۜ وَاَنْتَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ ﴿١١٧
117﴿ Ben onlara: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a ibâdet edin’ diye Senin bana kendisini (söylememi) emretmiş olduğun şeyden başkasını söylemedim. İçlerinde bulunduğum sürece ben de kendileri üzerine bir şâhit (ve gözcü) idim. Fakat Sen beni (göklere kaldırarak içlerinden) tamâmen (ayırıp) alınca, onlar üzerine (tam mânâsıyla gözcü ve koruyucu olan) Rakîb sâdece Sen oldun. Zâten Sen (bizim sözlerimiz ve işlerimiz dâhil) her şeye (hakkıyla şâhitlikte bulunan bir) Şehîd’sin. Bâzıları bu âyet-i kerîmede geçen “Teveffî” kelimesinden yola çıkıp Îsâ (Aleyhisselâm)ın öldükten sonra göklere kaldırıldığını iddiâ ederek Hristiyan inancına meyletmiş ve Ehl-i Sünet îtikādından ayrılmışlardır. Zîrâ Hasen (Radıyallâhu Anh)dan nakledilen sahîh rivâyete göre; bu âyet-i kerîmede geçen: “Teveffî” kelimesi Îsâ (Aleyhisselâm)ın Yahûdîlerin saldırısı üzerine göklere diri ve uyanık hâlde yükseltilmesi mânâsındadır. Nitekim “Teveffî” kelimesi: “Tam mânâsıyla kabzetme” anlamında olduğu için burada murâd; ümmetinin içerisinden tamâmen alınıp göklere kaldırılışıdır. Cumhûr ulemâ bu görüş üzere ittifak etmiştir. Bunun aksini söyleyenler Ehl-i Sünnet hârici Mûtezile gibi dalâlet fırkalarının mensuplarındandır. (es-Sa‘lebî, el-Keşfü ve’l-beyân, 11/569-570; el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 1/447; İbnü ‘Atıyye, el-Muharrarü’l-vecîz, 2/263; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, 4/64; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 7/503)
اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَۚ وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿١١٨
118﴿ Eğer sen o (kâfir olarak ölecek ola)nlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır. (Elbette Senden başkasına taptıkları için bu azâbı hak etmiş olurlar. Zâten kendi mülkünde yaptığı hiçbir şeyden dolayı Senin gibi mutlak bir Mâlik’e îtirâz edilemez.) Ama onlar(dan şirki bırakıp îmân edecek olanlar) için (günahlarını) mağfiret edecek olursan, zâten muhakkak Sen, ancak Sen (isteği engellenemeyecek izzete sâhip olan bir) Azîz’sin, (boş yere azap etmeyecek hikmete sâhip olan bir) Hakîm’sin!”
قَالَ اللّٰهُ هٰذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ صِدْقُهُمْۜ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ ﴿١١٩
119﴿ (Bunun üzerine) Allâh buyurdu ki: “İşte bu (kıyâmet günü) ancak (dünyâda iken kullukta) sadâkat gösterenlere (ve peygamberlerin tebliğ ettikleri îtikād ve amelle ilgili tüm meseleleri tatbik edenlere) doğruluklarının fayda vereceği gündür. Sonsuza kadar içerilerinde dâim kalacakları pek değerli cennetler onlara âittir ki onların (köşklerinin ve ağaçlarının) altlarından sürekli nehirler akmaktadır. Allâh onlar(ın kabûle şâyân çalışmaların)dan râzı olmuştur. Onlar da O’n(un bol mükâfatın)dan hoşnut kalmıştırlar. (Habîbim!) İşte sana! Ancak bu (şekilde cennete girip cehennemden uzak tutulmak, dünyâdaki geçici kurtuluşlara nazaran) pek büyük bir kurtuluştur.”
لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿١٢٠
120﴿ Göklerin, yerin ve onlar içerisinde bulunanların mülkiyeti (saltanat ve hükümranlığı) sâdece Allâh’a âittir ve (yaratmak, yok etmek, vermek ve engellemek dâhil) her şeye O (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’dir. (Artık Îsâ ve Meryem gibi âciz yaratılmışların böyle bir Zâta eş ve ortak olmaları nasıl düşünülebilir?!)