SEKİZİNCİ SÛRE-İ CELİLE
el-Enfâl
SÛRE-İ CELîLESİ
Medenî (; Medîne-i Münevvere döneminde inmiş)dir. 75 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَنْفَالِۜ قُلِ الْاَنْفَالُ لِلّٰهِ وَالرَّسُولِۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْۖ وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُٓ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١﴾
﴾1﴿
(Habîbim! Bedir Muhârebesi’nde ganîmet elde eden sahâbe) sana o ganîmetler(in nasıl taksim edileceğinden ve kimin taksim edeceğin)den soruyorlar. De ki: “Tüm ganîmetler(le ilgili tüm yetki) Allâh’a ve o Rasûl’e âittir. Artık (maddî sebeplerle görüş ayrılıklarına ve çekişmelere düşmemek için) Allâh’tan hakkıyla sakının da, aranızdaki hâli düzeltin. Bir de (ganîmetlerin taksîmi dâhil tüm emirlerine uyma husûsunda) Allâh’a ve Rasûlüne itâat edin. Eğer siz (gerçek anlamda) mümin kimseler olduysanız (îmânınız sizi itâate yönlendirmelidir).” Bu âyet-i celîleden anlaşıldığı üzere; Allâh-u Te‘âlâ’nın izni ve bildirmesiyle ganîmetlerin taksîmi konusunda tek yetkili Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)dir. Dolayısıyla Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Allâh-u Te‘âlâ’nın hikmeti gereği emrettiği taksîme riâyet ederek, istediğine dilediği kadar verebilir.
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَانًا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَۚ ﴿٢﴾
﴾2﴿
(Hakîkî mânâda) îmân edenler ancak o kimselerdir ki; Allâh anıldığı zaman (O’nun yüce şânına tâzim ederek, sonsuz heybetine karşı) kalpleri korkuya kapılır, O’nun âyetleri kendi üzerlerine peş peşe okunduğu zaman, (dinledikleri o âyetler) onları îmân (ve tasdîk) yönünden artırır ve onlar (kimseye ümit bağlamayıp, kimseden de korkmayıp) ancak Rablerine tevekkül (ederek tüm işlerini sâdece O’na havâle) ederler.
اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۜ ﴿٣﴾
﴾3﴿
O kimseler (hakîki müminler)dir ki; o (farz) namazları dosdoğru kılarlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmından da (zekât vermek gibi harcamalar yaparak Bizim yolumuzda) infakta bulunurlar.
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّاۜ لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌۚ ﴿٤﴾
﴾4﴿
(Habîbim!) İşte sana! Ancak onlar, hakîkaten îmân edenlerin ta kendileridir. Rableri nezdinde yüksek dereceler, (beşeriyet gereği işledikleri kusurlar için) büyük bir (bağışlanma ve) mağfiret ve (tükenmeyen cennet nîmetleri gibi) pek değerli birçok rızık onlara âittir.
كَمَٓا اَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِنْ بَيْتِكَ بِالْحَقِّۖ وَاِنَّ فَر۪يقًا مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ لَكَارِهُونَۙ ﴿٥﴾
﴾5﴿
(Müminlerden bâzıları ganîmetler hakkındaki yetkinin ellerinden alınıp Allâh’a ve Rasûlüne âit kılınmasını hoş karşılamadılar. Oysa) Rabbinin seni evin(in bulunduğu Medîne-i Münevvere)den hak (olan hikmetli ve isâbetli bir gâye) ile (Bedir savaşına) çıkartması(nda kendileri için büyük bir hayır olduğu) gibi (bunda da onlar için büyük bir hayır vardır)! Hâlbuki gerçekten müminlerden bir fırka elbette (Bedir’e çıkma husûsunda) isteksiz kimselerdi. (Ama sonunda ne büyük bir zafer elde ettiler.) Sahâbe-i kirâmın ekseriyetinin değil de, içlerinden bir cemâatin bu isteksizlikleri aslâ Allâh ve Rasûlünün emrine karşı gelme anlamında değerlendirilemez. Ancak onların bu tutumu, ganîmet yüklü kervanı ele geçirme kastıyla yola çıkmış olduklarından dolayı büyük bir orduyla savaşa hazırlıklı olmadıkları için, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile istişâre mâhiyetinde bir fikir beyânından öte geçmemiştir. Yine böylece ganîmet taksîminin kendi ellerinden alınıp Allâh ve Rasûlüne havâle edilmesi konusundaki hoşnutsuzlukları, Allâh ve Rasûlünün hükmüne râzı olmama niteliği taşımayıp, ancak insanın tabîatı gereği ganîmete meyilli olmasındandır ki, bu gibi huylar gayr-i ihtiyârî olup, kişinin istek ve gücüyle zaptedebileceği hususlardan olmadığı için, malları ve canları pahasına Allâh ve Rasûlünün her emrine kayıtsız şartsız teslim olan sahâbe-i kirâm hazarâtının yüce makāmına halel getirecek şeyler cinsinden sayılamaz. (el-Âlûsî) Demek ki; âyet-i celîlede geçen “Kerâhet (isteksizlik)”, insanın kendilerinden mesûl ve mükellef tutulmadığı, kalpten gelip geçen düşünceler kabîlindendir. Dolayısıyla bu gibi âyet-i kerîmeleri sahâbe-i kirâmın aleyhine kullanmaya çalışan zındıkların görüşlerine aslâ îtibâr edilmemelidir.
يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ كَاَنَّمَا يُسَاقُونَ اِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنْظُرُونَۜ ﴿٦﴾
﴾6﴿
(Yöneldikleri her sahada mansûr ve muzaffer olacakları gerçeği, Bizim vahyimiz ve senin bildirmenle kendilerine) iyice belirdikten sonra onlar (hâlâ ganîmet yüklü savunmasız kervana değil de, şirkin önderlerini barındıran topluluğa karşı girişeceğin) o hak (olan harp îlânını tercih etmen) husûsunda seninle mücâdele ediyorlardı. Sanki onlar kendileri de bakarlarken (göz göre göre) ölüme sevk olunuyorlar(mışçasına isteksiz davranıyorlar)dı.
وَاِذْ يَعِدُكُمُ اللّٰهُ اِحْدَى الطَّٓائِفَتَيْنِ اَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ اَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُر۪يدُ اللّٰهُ اَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِه۪ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِر۪ينَۙ ﴿٧﴾
﴾7﴿
Bir vakti de (yâd et) ki; Allâh size (kervanda bulunan birkaç kişiyle, onları savunmaya gelen yüzlerce müşrikten oluşan) o iki tâifeden birini: “Mutlaka o size âit (bir ganîmet)tir” diye vaad ediyordu. Ama siz (müşriklerin ileri gelenlerinin de aralarında bulunduğu o büyük orduyu mağlup etmek yerine) o güç sâhibi olmayan (kervan) gerçekten size âit olsun diye arzuluyordunuz. Hâlbuki Allâh (o anda vahyettiği) kelimeleriyle (size, güçlü olan orduyla harp etmenizi emrederek) hakkı yerleştir(ip yücelt)meyi ve o kâfirlerin ardını (arkasını) kes(ip onları tümüyle helâk et)meyi murâd ediyordu.
لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَۚ ﴿٨﴾
﴾8﴿
Tâ ki O (Allâh-u Te‘âlâ), hakk (olan İslâm)ı iyice sâbitleştirsin ve bâtıl (olan şirk ve inkâr)ı (boşa çıkarıp) iptâl etsin (diye böyle murâd etti)! Velev ki o (şirk gibi en büyük günahı işleyen) suçlular (bunu) hoş görmesin.