v02.01.25 Geliştirme Notları
Tevbe Sûresi
193
Cuz 10
41﴿ (Allâh yolunda cihâda çıkmaya yetecek kadar imkân ve güce sâhipseniz) gerek hafif kimseler, gerekse ağır kişiler (sağlam ve hasta, zengin ve fakir, genç ve yaşlı, güçlü ve zayıf, silahlı ve silahsız) olarak (her hâlükârda cihâda) çıkın ve hem mallarınızla hem de canlarınızla Allâh’ın yolunda (O’nun dînini dünyâya hâkim kılmak için) cihâd yapın. İşte size! Bu, kendiniz için (iki cihanda da) tam bir hayırdır. Eğer siz (hayrın nerede olduğunu) bilmekte olduysanız (elbette cihâd yapmayı evde oturmaya tercîh edersiniz).
42﴿ Eğer (çağrıldıkları şey, ulaşımı pek kolay ve) çok yakın bir menfaat ve (yakınla uzak arası) orta bir yolculuk olsaydı, elbette seni iyice izlerlerdi. Fakat o zorluk(la kat edilecek mesâfe) kendilerine uzak geldi. Yakında o (cihattan geri kala)nlar (Tebûk seferinden döndüğünüzde): “Güç (ve imkân) bulabilseydik elbette sizinle birlikte çıkardık” diye Allâh(ın adın)a yemîn edecekler. (Böylece) onlar (kendilerini azâba sürükleyerek) nefislerini helâk edecekler. Hâlbuki Allâh bilmektedir ki; gerçekten onlar elbette yalancı kimselerdir.
43﴿ (Habîbim! Önce şunu peşînen bil ki) Allâh (evlâ olanı terk etme kabîlinden yaptığın hiçbir işte seni kasıtlı bulmadığı için bu işte de) seni (herhangi bir siteme mâruz bırakmaktan) muâf tuttu! Sen o (cihâda çıkmama bahânesi olarak imkânsızlıklarını ortaya atanlara ve Allâh adına yemîni bu yalanlarına âlet yapa)n (münâfık)lara (cihattan geri kalmaları husûsunda) niçin izin verdin?! Tâ ki (mâzeretlerini belirten sözlerinde) doğru olan o kimseler sana iyice belirseydi ve sen o (özürlerinde) yalancı olan kişileri bilseydin (de ona göre izin verseydin daha iyi olurdu)! Bâzılarının sandığı gibi bu âyet-i kerîme, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in affı gerektiren bir günah işlediğine aslâ delâlet etmez. Bilakis Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Allâh-u Te‘âlâ nezdinde en yüksek mertebeye sâhip bulunduğuna ve diğer peygamberlere karşı üstünlüğüne delâlet etmektedir. Zîrâ Allâh-u Te‘âlâ hiçbir peygamberin muâmelesi hakkında daha söze başlamadan önce böyle bir afv ifâdesi kullanmamıştır. Bu âyet-i celîlede peygamberlerin, kendilerine vahiy gelmemiş olan bir konuda ictihâd yapabileceklerine dâir bir delil bulunmaktadır. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e daha önce Allâh-u Te‘âlâ tarafından, Tebûk Muhârebesi’ne katılmamak için izin isteyenlere izin vermemesi husûsunda bir emir gelmediği için ve kendisine: “Onlardan dilediğine izin ver” (en-Nûr Sûresi:62) şeklinde genel bir yetki verildiğinden dolayı onlara izin verme konusunda bir ictihatda bulunmuştu. Ama Allâh-u Te‘âlâ bu âyet-i kerîmesiyle onların gizli niyetlerini kendisine bildirerek: “Sen izin vermesen de zâten onlar münâfık oldukları için harpten geri kalacaklardı lâkin sen bu yaptığından mesûl değilsin, zîrâ hakkında vahiy bulunmayan konularda dilediğini yapmakta muhayyersin” buyurmuş oldu. Dolayısıyla âyet-i celîlede geçen “Afv etti” ifâdesi, “Suçunu bağışladı” anlamında olmayıp, ancak “Seni bu işten muâf tuttu” mânâsında anlaşılmalıdır. Nitekim Kāzî Iyâz, Kuşeyrî ve Semerkandî (Rahimehumüllâh) gibi râsih âlimlerin görüşleri de bu yöndedir ki bu mânâ İmâm-ı Şâfi‘î (Radıyallâhu Anh) ile arasında bir râvî bulunan büyük müfessir ve muhaddis Ebû Sa‘îd (Muhammed ibnü Ukayl) el-Firyâbî (Rahimehullâh)tan (v.285) nakledilmiştir. (es-Semerkandî, Bahrü’l-‘ulûm, 2/53; el-Kāzî ‘Iyâz, eş-Şifâ, 1/79-80; el-Hâzin, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 3/133) Fahrurrâzî (Rahimehullâh) şöyle demiştir: “Bu âyet-i kerîme ictihadla alakalı bir konu hakkında olduğu için Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu fiili, evlâ ve ekmel olanı terk etme mânâsına hamledilir ki böylece kendisi ‘İctihâdında hatâ edene bir ecir vardır’ (el-Buhârî, rakam:6919, 6/2676; Müslim, rakam:1716) hadîs-i şerîfinin müjdesine nail olmuştur.” (er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 16/58; et-Tıybi, Futûhu’l-ğayb, 7/256) Bu konuda geniş mâlûmât için bkz: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 17/273-282
44﴿ Allâh’a ve o (dünyâ günlerinden) son(ra gelecek mahşer) gün(ün)e kendileri (gerçekten) îmân etmekte olan o kimseler, mallarıyla ve canlarıyla cihâd etmeleri husûsunda senden izin (bile) istemez. (Bilakis izin beklemeden hiç tereddütsüz cihâda koşarlar.) Zâten Allâh o takvâ sâhiplerini(n amellerini ve niyetlerini çok iyi bilen bir) Alîm’dir.
45﴿ (Özürsüz yere cihâda çıkmamak için) senden ancak o kimseler izin ister ki onlar Allâh’a ve o (dünyâ günlerinden) son(ra gelecek mahşer) gün(ün)e îmân etmezler, zâten onların kalpleri (îmân husûsunda) iyice şüphelenmiştir, bu sebeple onlar (İslâm’ın hak olup olmadığı husûsundaki) kuşkuları içerisinde sürekli tereddüt etmektedirler.
46﴿ Zâten onlar (cihâda) çıkmak isteselerdi, elbette onun için (yolcuya gereken binek ve azık gibi) bir techîzât (önceden) hazırlarlardı. Velâkin Allâh onların çıkışa kalkışmalarını hoş görmedi de, kendilerini (tembelliğe ve isteksizliğe sevk ederek) engelledi. Yine (böylece Allâh-u Te‘âlâ’nın imtihan hikmetine dayalı müsâadesine binâen, şeytan tarafından onlara): “(Kötürümler, çocuklar ve kadınlar gibi evlerinde) oturan o kimselerle birlikte siz de oturun” denildi.
47﴿ O (münâfık ola)nlar sizin içinizde (savaşa) çıkmış olsalardı, size (korku ve güçsüzlük vererek düzen bozmaktan) şer ve fesattan başka bir şeyi artırmazlardı ve elbette (aranızda görüş ayrılığı çıkarma ve kovuculuk yaparak sizi birbirinize düşürme faaliyetlerine teşebbüs ederek) size fitne (ulaştırmayı) aramakta oldukları hâlde aranızda (at) koştururlardı. Zâten içinizde onlar adına (câsusluk yapmak üzere sizin söylediklerinize) çokça kulak ver(ip kendilerine nakled)enler vardır /zâten içinizde onları iyice dinley(ip etkilenerek sözlerine itâat ed)en (zayıf kalpli kimse)ler vardır/. Ama Allâh o zâlimleri(n yaptıklarını da yapacaklarını da, tüm niyetlerini de hakkıyla bilen bir) Alîm’dir.
سُورَةُ التَّوْبَةِ
الجزء ١٠
١٩٣
اِنْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٤١
لَوْ كَانَ عَرَضًا قَر۪يبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لَاتَّبَعُوكَ وَلٰكِنْ بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُۜ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْۚ يُهْلِكُونَ اَنْفُسَهُمْۚ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ۟ ﴿٤٢
عَفَا اللّٰهُ عَنْكَۚ لِمَ اَذِنْتَ لَهُمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٤٣
لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ ﴿٤٤
اِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ ف۪ي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ ﴿٤٥
وَلَوْ اَرَادُوا الْخُرُوجَ لَاَعَدُّوا لَهُ عُدَّةً وَلٰكِنْ كَرِهَ اللّٰهُ انْبِعَاثَهُمْ فَثَبَّطَهُمْ وَق۪يلَ اقْعُدُوا مَعَ الْقَاعِد۪ينَ ﴿٤٦
لَوْ خَرَجُوا ف۪يكُمْ مَا زَادُوكُمْ اِلَّا خَبَالًا وَلَا۬اَوْضَعُوا خِلَالَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَۚ وَف۪يكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ ﴿٤٧
Tevbe Sûresi
193
Cuz 10
اِنْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٤١
41﴿ (Allâh yolunda cihâda çıkmaya yetecek kadar imkân ve güce sâhipseniz) gerek hafif kimseler, gerekse ağır kişiler (sağlam ve hasta, zengin ve fakir, genç ve yaşlı, güçlü ve zayıf, silahlı ve silahsız) olarak (her hâlükârda cihâda) çıkın ve hem mallarınızla hem de canlarınızla Allâh’ın yolunda (O’nun dînini dünyâya hâkim kılmak için) cihâd yapın. İşte size! Bu, kendiniz için (iki cihanda da) tam bir hayırdır. Eğer siz (hayrın nerede olduğunu) bilmekte olduysanız (elbette cihâd yapmayı evde oturmaya tercîh edersiniz).
لَوْ كَانَ عَرَضًا قَر۪يبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لَاتَّبَعُوكَ وَلٰكِنْ بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُۜ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْۚ يُهْلِكُونَ اَنْفُسَهُمْۚ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ۟ ﴿٤٢
42﴿ Eğer (çağrıldıkları şey, ulaşımı pek kolay ve) çok yakın bir menfaat ve (yakınla uzak arası) orta bir yolculuk olsaydı, elbette seni iyice izlerlerdi. Fakat o zorluk(la kat edilecek mesâfe) kendilerine uzak geldi. Yakında o (cihattan geri kala)nlar (Tebûk seferinden döndüğünüzde): “Güç (ve imkân) bulabilseydik elbette sizinle birlikte çıkardık” diye Allâh(ın adın)a yemîn edecekler. (Böylece) onlar (kendilerini azâba sürükleyerek) nefislerini helâk edecekler. Hâlbuki Allâh bilmektedir ki; gerçekten onlar elbette yalancı kimselerdir.
عَفَا اللّٰهُ عَنْكَۚ لِمَ اَذِنْتَ لَهُمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٤٣
43﴿ (Habîbim! Önce şunu peşînen bil ki) Allâh (evlâ olanı terk etme kabîlinden yaptığın hiçbir işte seni kasıtlı bulmadığı için bu işte de) seni (herhangi bir siteme mâruz bırakmaktan) muâf tuttu! Sen o (cihâda çıkmama bahânesi olarak imkânsızlıklarını ortaya atanlara ve Allâh adına yemîni bu yalanlarına âlet yapa)n (münâfık)lara (cihattan geri kalmaları husûsunda) niçin izin verdin?! Tâ ki (mâzeretlerini belirten sözlerinde) doğru olan o kimseler sana iyice belirseydi ve sen o (özürlerinde) yalancı olan kişileri bilseydin (de ona göre izin verseydin daha iyi olurdu)! Bâzılarının sandığı gibi bu âyet-i kerîme, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in affı gerektiren bir günah işlediğine aslâ delâlet etmez. Bilakis Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Allâh-u Te‘âlâ nezdinde en yüksek mertebeye sâhip bulunduğuna ve diğer peygamberlere karşı üstünlüğüne delâlet etmektedir. Zîrâ Allâh-u Te‘âlâ hiçbir peygamberin muâmelesi hakkında daha söze başlamadan önce böyle bir afv ifâdesi kullanmamıştır. Bu âyet-i celîlede peygamberlerin, kendilerine vahiy gelmemiş olan bir konuda ictihâd yapabileceklerine dâir bir delil bulunmaktadır. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e daha önce Allâh-u Te‘âlâ tarafından, Tebûk Muhârebesi’ne katılmamak için izin isteyenlere izin vermemesi husûsunda bir emir gelmediği için ve kendisine: “Onlardan dilediğine izin ver” (en-Nûr Sûresi:62) şeklinde genel bir yetki verildiğinden dolayı onlara izin verme konusunda bir ictihatda bulunmuştu. Ama Allâh-u Te‘âlâ bu âyet-i kerîmesiyle onların gizli niyetlerini kendisine bildirerek: “Sen izin vermesen de zâten onlar münâfık oldukları için harpten geri kalacaklardı lâkin sen bu yaptığından mesûl değilsin, zîrâ hakkında vahiy bulunmayan konularda dilediğini yapmakta muhayyersin” buyurmuş oldu. Dolayısıyla âyet-i celîlede geçen “Afv etti” ifâdesi, “Suçunu bağışladı” anlamında olmayıp, ancak “Seni bu işten muâf tuttu” mânâsında anlaşılmalıdır. Nitekim Kāzî Iyâz, Kuşeyrî ve Semerkandî (Rahimehumüllâh) gibi râsih âlimlerin görüşleri de bu yöndedir ki bu mânâ İmâm-ı Şâfi‘î (Radıyallâhu Anh) ile arasında bir râvî bulunan büyük müfessir ve muhaddis Ebû Sa‘îd (Muhammed ibnü Ukayl) el-Firyâbî (Rahimehullâh)tan (v.285) nakledilmiştir. (es-Semerkandî, Bahrü’l-‘ulûm, 2/53; el-Kāzî ‘Iyâz, eş-Şifâ, 1/79-80; el-Hâzin, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 3/133) Fahrurrâzî (Rahimehullâh) şöyle demiştir: “Bu âyet-i kerîme ictihadla alakalı bir konu hakkında olduğu için Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu fiili, evlâ ve ekmel olanı terk etme mânâsına hamledilir ki böylece kendisi ‘İctihâdında hatâ edene bir ecir vardır’ (el-Buhârî, rakam:6919, 6/2676; Müslim, rakam:1716) hadîs-i şerîfinin müjdesine nail olmuştur.” (er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 16/58; et-Tıybi, Futûhu’l-ğayb, 7/256) Bu konuda geniş mâlûmât için bkz: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 17/273-282
لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ ﴿٤٤
44﴿ Allâh’a ve o (dünyâ günlerinden) son(ra gelecek mahşer) gün(ün)e kendileri (gerçekten) îmân etmekte olan o kimseler, mallarıyla ve canlarıyla cihâd etmeleri husûsunda senden izin (bile) istemez. (Bilakis izin beklemeden hiç tereddütsüz cihâda koşarlar.) Zâten Allâh o takvâ sâhiplerini(n amellerini ve niyetlerini çok iyi bilen bir) Alîm’dir.
اِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ ف۪ي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ ﴿٤٥
45﴿ (Özürsüz yere cihâda çıkmamak için) senden ancak o kimseler izin ister ki onlar Allâh’a ve o (dünyâ günlerinden) son(ra gelecek mahşer) gün(ün)e îmân etmezler, zâten onların kalpleri (îmân husûsunda) iyice şüphelenmiştir, bu sebeple onlar (İslâm’ın hak olup olmadığı husûsundaki) kuşkuları içerisinde sürekli tereddüt etmektedirler.
وَلَوْ اَرَادُوا الْخُرُوجَ لَاَعَدُّوا لَهُ عُدَّةً وَلٰكِنْ كَرِهَ اللّٰهُ انْبِعَاثَهُمْ فَثَبَّطَهُمْ وَق۪يلَ اقْعُدُوا مَعَ الْقَاعِد۪ينَ ﴿٤٦
46﴿ Zâten onlar (cihâda) çıkmak isteselerdi, elbette onun için (yolcuya gereken binek ve azık gibi) bir techîzât (önceden) hazırlarlardı. Velâkin Allâh onların çıkışa kalkışmalarını hoş görmedi de, kendilerini (tembelliğe ve isteksizliğe sevk ederek) engelledi. Yine (böylece Allâh-u Te‘âlâ’nın imtihan hikmetine dayalı müsâadesine binâen, şeytan tarafından onlara): “(Kötürümler, çocuklar ve kadınlar gibi evlerinde) oturan o kimselerle birlikte siz de oturun” denildi.
لَوْ خَرَجُوا ف۪يكُمْ مَا زَادُوكُمْ اِلَّا خَبَالًا وَلَا۬اَوْضَعُوا خِلَالَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَۚ وَف۪يكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ ﴿٤٧
47﴿ O (münâfık ola)nlar sizin içinizde (savaşa) çıkmış olsalardı, size (korku ve güçsüzlük vererek düzen bozmaktan) şer ve fesattan başka bir şeyi artırmazlardı ve elbette (aranızda görüş ayrılığı çıkarma ve kovuculuk yaparak sizi birbirinize düşürme faaliyetlerine teşebbüs ederek) size fitne (ulaştırmayı) aramakta oldukları hâlde aranızda (at) koştururlardı. Zâten içinizde onlar adına (câsusluk yapmak üzere sizin söylediklerinize) çokça kulak ver(ip kendilerine nakled)enler vardır /zâten içinizde onları iyice dinley(ip etkilenerek sözlerine itâat ed)en (zayıf kalpli kimse)ler vardır/. Ama Allâh o zâlimleri(n yaptıklarını da yapacaklarını da, tüm niyetlerini de hakkıyla bilen bir) Alîm’dir.