v02.01.25 Geliştirme Notları
Tevbe Sûresi
201
Cuz 11
94﴿ (Ey Habîbim ve ashâbı! Cihâd yolculuğundan) kendilerine döndüğünüz zaman o (münâfık ola)nlar (cihattan geri kalmaları husûsunda) size özür beyân edecekler. De ki: “(Boş yere) mâzeret açıklamayın. Size aslâ inanmayacağız. Gerçekten Allâh sizin haberlerinizden bir kısmını (Rasûlüne gönderdiği vahiyle) bize bildirmiştir. Şüphesiz Allâh ve Rasûlü amellerinizi (ve münâfıklıktan tevbe edip etmeyeceğinizi ezelde bildiği üzere, açığa çıktıktan sonra da) görecek (ve cezânızı verecek)tir. Sonra (kıyâmet günü) siz (hislerinizle idrâk edemediğiniz) tüm gaybları (ve gizlileri) ve görünenleri (hakkıyla) bilen (Allâh-u Te‘âlâ’nın hesap yurdu olan mahşer)e döndürüleceksiniz, nihâyet O da size (dünyâdayken) sürekli yapmakta olduğunuz şeyleri(n cezâsını vererek, onların gerçek yüzünü) tam mânâsıyla haber verecektir.”
95﴿ Yakında (gâlip olarak) onlara döndüğünüz zaman kendilerinden (memnun kalıp, azar ve sitemden) yüz çeviresiniz diye sizin (öfkenizi dindirmek) için Allâh’a yemîn edecekler. Artık onlardan (râzı olmayıp, öfke ve nefretle kendilerinden) yüz çevirin. Gerçekten de onlar (temizlenmeyi kabûl etmeyecek raddeye varmış) birer pisliktir, barınacakları yer de ancak cehennemdir. Sürekli kazanmakta oldukları (kötü) şeylere tam bir karşılık olarak (bu azâbı hak etmişlerdir). İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edildiğine göre; bu âyet-i kerîme Cedd ibnü Kays, Mu‘attib ibnü Kuşeyr ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur ki bunlar, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Onlarla oturmayın ve kendileriyle konuşmayın” buyurduğu seksen kadar münâfıktan bâzılarıdır. İmam-ı Mukātil (Rahimehullâh)tan rivâyet edildiğine göreyse, bu âyet-i kerîme özellikle onların reisleri konumunda olan Abdullâh ibnü Übeyy hakkında nâzil olmuştur ki o, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in çıktığı herhangi bir cihâd seferinden bir daha geri kalmayacağına dâir Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüzüne yemîn etmiş ve kendisinden râzı olmasını istemişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil olarak müminlere onlardan yüz çevirmelerini emretti ve müminler râzı olsalar da Allâh’ın onlardan râzı olmayacağını bildirdi. (el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 2/320; el-Âlûsî, 10/473)
96﴿ Siz onlardan râzı olasınız (da önceki yakınlığınızı sürdüresiniz) diye size yemîn edecekler. Fakat siz onlardan râzı olsanız da, şüphesiz ki Allâh o fâsıklar toplumundan (aslâ) râzı olmayacaktır.
97﴿ (Şehir halkının kâfir ve münâfıklarına nazaran, daha vahşî ve katı kalpli olan) o bedevîler, kâfirlik ve münâfıklık bakımından daha şiddetli, hem de onlar Allâh’ın, Rasûlüne indirmiş olduğu (farzlar, emirler ve yasaklar gibi) hudûdu bilmemeye daha yakındır. Allâh ise (şehir halkından ve göçebelerden her birinin hâlleri dâhil, her şeyi hakkıyla bilen bir) Alîm’dir, (iyilere ve kötülere karşı yaptığı ve yapacağı tüm muâmelelerinde isâbet sâhibi olan bir) Hakîm’dir. Bu âyet-i kerîme çölde sâkin bulunan bedevîlerden bahsetmektedir. Şehirlerde ve kasabalarda yaşayanlara Arap, çöllerde göçebe hâlde bulunanlara ise A‘râb denilmektedir. Bu yüzden bir bedevîye A‘râbî diye hitap edilse sevinir, ama bir A‘rab’a A‘râbî dense kızar. Muhâcir ve ensârın tamâmı ve din ulemâsı Araplardan olduğu için, Araplar A‘râb’dan üstündürler. A‘râbîlerin kâfirlik ve münâfıklık bakımından, şehir halkından daha şiddetli olmaları ise; âlimlerin sohbetlerinden uzak kalmaları, dolayısıyla da âyet, hadîs ve vaaz-u nasîhat dinlemekten mahrum olmaları nedeniyledir. Tabî ki bu ve bir sonraki âyet-i kerîmede Esed, Ğatafân ve Temîm gibi bedevî kabîleleri zemmedilirken, 99. âyet-i kerîmede ise Müzeyne, Cüheyne, Eslem ve Ğıfâr gibi bedevî kabîleleri methedilmiştir. Hattâ Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onlar hakkında şöyle demiştir: “Eslem (kabîlesin)e Allâh selâmet versin, Ğıfâr’ı da Allâh mağfiret etsin! Ben bunu (kendiliğimden) söylemedim, lâkin bunu Allâh-u Azze ve Celle buyurdu.” (Müslim, rakam:2516; el-Buhârî, rakam:3514) Dolayısıyla burada özel sebepler değil de, zikredilen vasıflar öne çıkarıldığı için, kimseyi bedevîlikle kınamak kastedilmeyip, lafzın genelliği göz önünde bulundurulmuştur. Buna göre medenî de geçinse kâfirlik ve münâfıklık gibi sıfatlara sâhip olanlar kınanmış, bedevî de olsa îmân ve infâk sâhipleri övülmüştür. (el-Hâzin, el-Âlûsî)
98﴿ Bedevîlerden öylesi de vardır ki; (Allâh yolunda) harcamakta olduğu şeyleri büyük bir ziyan sayar ve (bu yükümlülükten kurtulmak için insanların üzerlerinde dönüp duran belâların) size (ulaşmasını ve) kötü dâireleri(n üstünüze konmasını) bekler. O (belâları getirecek) kötü dâire onlar üzerine olsun. Ama Allâh (kendilerinden zekât istendiğinde kimin ne söylediğini hakkıyla işiten bir) Semî‘dir, (zekât verenlerin ne niyet taşıdıklarını da pekiyi bilen bir) Alîm’dir.
99﴿ Bedevîlerden öylesi de vardır ki; Allâh’a ve o (dünyâ günlerinin) son(unda gelip ebedî devâm edecek olan kıyâmet) gün(ün)e (gerçekten) îmân eder ve (Allâh yoluna) infâk etmekte olduğu şeyleri Allâh nezdinde (mânevî) büyük yakınlıklar (vesîlesi) ve o Rasûl’ün duâları(na sebep) edinir. Bilesiniz ki; gerçekten de o (verdikleri) kendileri için büyük bir kurbet (ve yakınlık vesîlesi olan bir ibâdet)tir. Muhakkak Allâh onları rahmetinin (ve rızâsının mahalli olan cennetler) içerisine girdirecektir. Şüphesiz ki Allâh (kendi yoluna infakta bulunan kullarının ayıplarını çokça örten bir) Ğafûr’dur, (eli dar olanların, güçleri nispetinde verdikleri azıcık yardımları dahî kabûl edecek derecede merhamet sâhibi bir) Rahîm’dir.
سُورَةُ التَّوْبَةِ
الجزء ١١
٢٠١
يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْۜ قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْۜ وَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٤
سَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَكُمْ اِذَا انْقَلَبْتُمْ اِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْۜ فَاَعْرِضُوا عَنْهُمْۜ اِنَّهُمْ رِجْسٌۘ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٩٥
يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْۚ فَاِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ ﴿٩٦
اَلْاَعْرَابُ اَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَاَجْدَرُ اَلَّا يَعْلَمُوا حُدُودَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ عَلٰى رَسُولِه۪ۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٩٧
وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَۜ عَلَيْهِمْ دَٓائِرَةُ السَّوْءِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٩٨
وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللّٰهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِۜ اَلَٓا اِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْۜ سَيُدْخِلُهُمُ اللّٰهُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿٩٩
Tevbe Sûresi
201
Cuz 11
يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْۜ قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْۜ وَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٤
94﴿ (Ey Habîbim ve ashâbı! Cihâd yolculuğundan) kendilerine döndüğünüz zaman o (münâfık ola)nlar (cihattan geri kalmaları husûsunda) size özür beyân edecekler. De ki: “(Boş yere) mâzeret açıklamayın. Size aslâ inanmayacağız. Gerçekten Allâh sizin haberlerinizden bir kısmını (Rasûlüne gönderdiği vahiyle) bize bildirmiştir. Şüphesiz Allâh ve Rasûlü amellerinizi (ve münâfıklıktan tevbe edip etmeyeceğinizi ezelde bildiği üzere, açığa çıktıktan sonra da) görecek (ve cezânızı verecek)tir. Sonra (kıyâmet günü) siz (hislerinizle idrâk edemediğiniz) tüm gaybları (ve gizlileri) ve görünenleri (hakkıyla) bilen (Allâh-u Te‘âlâ’nın hesap yurdu olan mahşer)e döndürüleceksiniz, nihâyet O da size (dünyâdayken) sürekli yapmakta olduğunuz şeyleri(n cezâsını vererek, onların gerçek yüzünü) tam mânâsıyla haber verecektir.”
سَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَكُمْ اِذَا انْقَلَبْتُمْ اِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْۜ فَاَعْرِضُوا عَنْهُمْۜ اِنَّهُمْ رِجْسٌۘ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٩٥
95﴿ Yakında (gâlip olarak) onlara döndüğünüz zaman kendilerinden (memnun kalıp, azar ve sitemden) yüz çeviresiniz diye sizin (öfkenizi dindirmek) için Allâh’a yemîn edecekler. Artık onlardan (râzı olmayıp, öfke ve nefretle kendilerinden) yüz çevirin. Gerçekten de onlar (temizlenmeyi kabûl etmeyecek raddeye varmış) birer pisliktir, barınacakları yer de ancak cehennemdir. Sürekli kazanmakta oldukları (kötü) şeylere tam bir karşılık olarak (bu azâbı hak etmişlerdir). İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edildiğine göre; bu âyet-i kerîme Cedd ibnü Kays, Mu‘attib ibnü Kuşeyr ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur ki bunlar, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Onlarla oturmayın ve kendileriyle konuşmayın” buyurduğu seksen kadar münâfıktan bâzılarıdır. İmam-ı Mukātil (Rahimehullâh)tan rivâyet edildiğine göreyse, bu âyet-i kerîme özellikle onların reisleri konumunda olan Abdullâh ibnü Übeyy hakkında nâzil olmuştur ki o, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in çıktığı herhangi bir cihâd seferinden bir daha geri kalmayacağına dâir Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüzüne yemîn etmiş ve kendisinden râzı olmasını istemişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil olarak müminlere onlardan yüz çevirmelerini emretti ve müminler râzı olsalar da Allâh’ın onlardan râzı olmayacağını bildirdi. (el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 2/320; el-Âlûsî, 10/473)
يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْۚ فَاِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ ﴿٩٦
96﴿ Siz onlardan râzı olasınız (da önceki yakınlığınızı sürdüresiniz) diye size yemîn edecekler. Fakat siz onlardan râzı olsanız da, şüphesiz ki Allâh o fâsıklar toplumundan (aslâ) râzı olmayacaktır.
اَلْاَعْرَابُ اَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَاَجْدَرُ اَلَّا يَعْلَمُوا حُدُودَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ عَلٰى رَسُولِه۪ۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٩٧
97﴿ (Şehir halkının kâfir ve münâfıklarına nazaran, daha vahşî ve katı kalpli olan) o bedevîler, kâfirlik ve münâfıklık bakımından daha şiddetli, hem de onlar Allâh’ın, Rasûlüne indirmiş olduğu (farzlar, emirler ve yasaklar gibi) hudûdu bilmemeye daha yakındır. Allâh ise (şehir halkından ve göçebelerden her birinin hâlleri dâhil, her şeyi hakkıyla bilen bir) Alîm’dir, (iyilere ve kötülere karşı yaptığı ve yapacağı tüm muâmelelerinde isâbet sâhibi olan bir) Hakîm’dir. Bu âyet-i kerîme çölde sâkin bulunan bedevîlerden bahsetmektedir. Şehirlerde ve kasabalarda yaşayanlara Arap, çöllerde göçebe hâlde bulunanlara ise A‘râb denilmektedir. Bu yüzden bir bedevîye A‘râbî diye hitap edilse sevinir, ama bir A‘rab’a A‘râbî dense kızar. Muhâcir ve ensârın tamâmı ve din ulemâsı Araplardan olduğu için, Araplar A‘râb’dan üstündürler. A‘râbîlerin kâfirlik ve münâfıklık bakımından, şehir halkından daha şiddetli olmaları ise; âlimlerin sohbetlerinden uzak kalmaları, dolayısıyla da âyet, hadîs ve vaaz-u nasîhat dinlemekten mahrum olmaları nedeniyledir. Tabî ki bu ve bir sonraki âyet-i kerîmede Esed, Ğatafân ve Temîm gibi bedevî kabîleleri zemmedilirken, 99. âyet-i kerîmede ise Müzeyne, Cüheyne, Eslem ve Ğıfâr gibi bedevî kabîleleri methedilmiştir. Hattâ Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onlar hakkında şöyle demiştir: “Eslem (kabîlesin)e Allâh selâmet versin, Ğıfâr’ı da Allâh mağfiret etsin! Ben bunu (kendiliğimden) söylemedim, lâkin bunu Allâh-u Azze ve Celle buyurdu.” (Müslim, rakam:2516; el-Buhârî, rakam:3514) Dolayısıyla burada özel sebepler değil de, zikredilen vasıflar öne çıkarıldığı için, kimseyi bedevîlikle kınamak kastedilmeyip, lafzın genelliği göz önünde bulundurulmuştur. Buna göre medenî de geçinse kâfirlik ve münâfıklık gibi sıfatlara sâhip olanlar kınanmış, bedevî de olsa îmân ve infâk sâhipleri övülmüştür. (el-Hâzin, el-Âlûsî)
وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَۜ عَلَيْهِمْ دَٓائِرَةُ السَّوْءِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٩٨
98﴿ Bedevîlerden öylesi de vardır ki; (Allâh yolunda) harcamakta olduğu şeyleri büyük bir ziyan sayar ve (bu yükümlülükten kurtulmak için insanların üzerlerinde dönüp duran belâların) size (ulaşmasını ve) kötü dâireleri(n üstünüze konmasını) bekler. O (belâları getirecek) kötü dâire onlar üzerine olsun. Ama Allâh (kendilerinden zekât istendiğinde kimin ne söylediğini hakkıyla işiten bir) Semî‘dir, (zekât verenlerin ne niyet taşıdıklarını da pekiyi bilen bir) Alîm’dir.
وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللّٰهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِۜ اَلَٓا اِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْۜ سَيُدْخِلُهُمُ اللّٰهُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿٩٩
99﴿ Bedevîlerden öylesi de vardır ki; Allâh’a ve o (dünyâ günlerinin) son(unda gelip ebedî devâm edecek olan kıyâmet) gün(ün)e (gerçekten) îmân eder ve (Allâh yoluna) infâk etmekte olduğu şeyleri Allâh nezdinde (mânevî) büyük yakınlıklar (vesîlesi) ve o Rasûl’ün duâları(na sebep) edinir. Bilesiniz ki; gerçekten de o (verdikleri) kendileri için büyük bir kurbet (ve yakınlık vesîlesi olan bir ibâdet)tir. Muhakkak Allâh onları rahmetinin (ve rızâsının mahalli olan cennetler) içerisine girdirecektir. Şüphesiz ki Allâh (kendi yoluna infakta bulunan kullarının ayıplarını çokça örten bir) Ğafûr’dur, (eli dar olanların, güçleri nispetinde verdikleri azıcık yardımları dahî kabûl edecek derecede merhamet sâhibi bir) Rahîm’dir.