v02.01.25 Geliştirme Notları
Tevbe Sûresi
204
Cuz 11
112﴿ (Mallarını canlarını satıp cenneti satın alan o müminler, kâfirlik ve münâfıklıktan tam mânâsıyla) tevbe edenlerdir, (ihlâslı bir şekilde Allâh’a) ibâdet edenlerdir, (darlıkta da, bollukta da O’nun tüm nîmetlerine) hamd edenlerdir, oruç tutanlardır /(cihâd, ilim tahsîli ve ibretle tefekkür gibi meşrû gâyelerle yeryüzünde) seyahat edenlerdir/, (namazlarına devâm ederek) rükû edenlerdir, secde edenlerdir, (îmân ve ibâdet gibi, aklen ve şer‘an kabûle şâyân) mârûf (şeylerin yapılması) ile emredenlerdir, (şirk ve mâsiyet gibi, akıl ve din yönünden kabûl görmeyen) münker (şeyler)den nehyedenlerdir ve Allâh’ın (emir ve yasaklarıyla ilgili tüm sınırlarını ve) hudûdunu koruyanlardır. (Habîbim! Bu sıfatlara sâhip olan) o müminleri (sonsuz nîmetlerle) müjdele.
113﴿ (Kâfir olarak öldükleri sâbit olarak veyâ kalplerinin mühürlü olduğuna dâir vahiy inerek) kendilerinin şiddetle tutuşturulmuş o (cehennem) ateşin(in) ayrılmaz arkadaşları olduğu gerçeği onlara iyice belirdikten sonra, şirk koşan o kimseler için bağışlanma talebinde bulunmaları, o Nebî için de, îmân etmiş olan kişiler için de (câiz bir şey) olmadı. Velev ki o (bağışlanması talep oluna)nlar yakınlık sâhipleri olsunlar. Müseyyeb ibnü Hazn (Radıyallâhu Anh)dan rivâyete göre; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), amcası Ebû Tâlib vefât ederken ona: “Kelime-i şehâdet söyle de Allâh katında senin bağışlanman için onunla delil getireyim” buyurdu. Fakat o sırada yanında olan Ebû Cehil ve Abdullâh ibnü Ebî Ümeyye: “Yoksa sen Abdülmuttalib’in dîninden ayrılıyor musun?!” deyince o, kelime-i şehâdeti söylemedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona tekrar tekrar kelime-i şehâdeti teklif ettiyse de, onlar her seferinde aynı lafı tekrarladılar. Netîcede Ebû Tâlib: “Ben Abdülmüttalib’in dîni üzereyim” diyerek öldü. O zaman Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Vallâhi nehyedilmediğim sürece senin için istiğfâr edeceğim” buyurdu. Daha sonra bu âyet-i kerîme nâzil olarak, en yakın akrabâ da olsalar, şirk üzere ölenler için istiğfâr edilemeyeceğini beyân edince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) istiğfardan vazgeçti. (el-Buhârî, et-Tefsîr:165, rakam:4398, 4/1717-1718; Müslim, rakam:24; en-Nesâî, rakam:2034; Ahmed ibnü Hanbel, el-Müsned, rakam:23674, 39/78; İbnü Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 12/20-21; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 2/342-343; es-Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 7/550)
114﴿ İbrâhîm’in, (müşrik olan) babası için istiğfârı ise, ancak bir sözden dolayı olmuştu ki, onu ona (evvelce) vaad etmişti. Ama ne zaman ki onun gerçekten Allâh’a karşı büyük bir düşman olduğu ona iyice belirdi, o ondan tamâmen berî oldu (da aralarındaki tüm dostluk münâsebetlerini bozdu). Gerçekten de İbrâhîm elbette (çok merhametli, kalbi yumuşak, boynu kırık, duâ ve niyazlarında) çokça âh çeken, (kendisine karşı işlenen suçları görmeyip, eziyetlere pek tahammüllü olan) halîm (selîm) bir kimseydi. İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babasının adının Âzer olduğu görüşü ulemânın ekserîsi tarafından kabûl görmüşse de Süyûtî, Kastallânî ve İbnü Hacer el-Heytemî (Rahimehümullâh) gibi bâzı ulemâ ise Âzer’in, İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğunu söylemişlerdir ki onların da güçlü delilleri vardır. Bu delillerin en büyüğü, bu âyette babası için istiğfardan geri durduğu belirtildiği hâlde, âhir ömründe Kâ‘be’yi binâ ettikten sonra yine anne-babası için istiğfarda bulunmuş olduğunun İbrâhîm Sûresi’nin 41. âyet-i kerîmesinde zikredilmiş olmasıdır ki bu durum Âzer’in İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğu, istiğfâr ettiği Müslüman babasının isminin ise Târah olduğu görüşünün doğruluğuna delâlet etmektedir. Zâten Arapça’da amca anlamında da kullanılan “Eb” tâbiri Âzer hakkında kullanılmışken, istiğfâr hakkında ise “Doğuran baba” anlamından başka mânâya ihtimâli bulunmayan “Vâlid” tâbirinin kullanılmış olması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir. (İbnü Ebî Hâtim, rakam:7495, 4/1325; er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, 13/33,38; es-Süyûtî, el-Hâvî, 2/374; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 8/251-252)
115﴿ Allâh bir kavmi (İslâm’a) hidâyet ettikten sonra, (kâfirlerin bağışlanmasını istemek gibi) iyice sakınmaları gereken şeyleri kendilerine tamâmen açıklayıncaya kadar (yaptıkları yanlışlar yüzünden) onları aslâ (“Bunlar doğru yoldan) saptı(lar” diye adlandı)racak (ve haklarında sapıklar hükmünü uygulayacak) da değildir. Şüphesiz ki Allâh (kullarının bu açıklamaları bilmeden önce veyâ sonra neler yapıp yapmayacakları dâhil) her bir şeyi (hakkıyla bilen bir) Alîm’dir.
116﴿ Şüphesiz ki Allâh; göklerin ve yerin (yegâne hükümrânlığı ve) mülkiyeti sâdece Kendisine âittir. O (dilediğini îmânla, istediğini de kâfirlik üzere) yaşatır ve öldürür. Ayrıca sizin için Allâh’tan başka hiçbir yakın dost mevcut olmamıştır, gerçek (mânâda) bir yardımcı da olmamıştır.
117﴿ Andolsun ki; Allâh gerçekten o Peygamber’e (cihâda katılmama husûsunda münâfıklara izin vererek, efdal olanı terk etmesinden dolayı tevbe etmesini ilhâm etti), ayrıca (binecek hayvan, yiyecek ve içecek bulamadıkları) o (Tebûk Muhârebesi’ndeki) güçlük zamânında içlerinden bir fırkanın kalpleri (cihattan geri kalma fikrinden) kaymaya iyice yanaştıktan sonra (yine de geri kalmayıp) kendisine uymuş olan o muhâcirlere ve ensâra (kalplerinden geçirdikleri meyilden dolayı) tevbe (edebilmeyi) nasip etti. Sonra (karşılaştıkları sıkıntıları, niyetlerinin doğruluğunu ve tevbelerindeki sadâkati çok iyi bildiği için) onların tevbelerini (hiçbir mesûliyet eseri bırakmayacak şekilde) kabûl etti. Çünkü gerçekten O onlara karşı (çok esirgeyen bir) Raûf’dur, (sonsuz merhamet sâhibi bir) Rahîm’dir. (Bu yüzden kendilerine tâkat yetiremeyecekleri vazîfeleri yüklemez.) Âyet-i kerîmede Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tevbesinin kabûlünün zikredilişi, muhâcir ve ensardan oluşan sahâbenin tevbesinin kabûlüne bir mukaddime olsun ve böylece ashâbın mertebesinin büyüklüğüne dikkat çekilsin diyedir. Yoksa burada Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kendi makāmına nispetle efdal olan şeyi terk etmekten başka tevbeyi mûcip bir hatâsı söz konusu değildir. Lâkin yanında bulunanlardan bâzısı, o sıcak mevsimde Rumlarla savaşta başarılı olamayacakları gibi birtakım vesveseleri içlerinden geçirmişlerdi ki, Allâh-u Te‘âlâ böylece onların sadâkatle yola çıkışları ve o yolculukta çok büyük meşakkatlere tahammül etmeleri hürmetine tevbelerini kabûl ettiğini bildirmiştir.
سُورَةُ التَّوْبَةِ
الجزء ١١
٢٠٤
اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١١٢
مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِك۪ينَ وَلَوْ كَانُٓوا اُو۬ل۪ي قُرْبٰى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُمْ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ ﴿١١٣
وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ اِبْرٰه۪يمَ لِاَب۪يهِ اِلَّا عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَٓا اِيَّاهُۚ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُٓ اَنَّهُ عَدُوٌّ لِلّٰهِ تَبَرَّاَ مِنْهُۜ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ لَاَوَّاهٌ حَل۪يمٌ ﴿١١٤
وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضِلَّ قَوْمًا بَعْدَ اِذْ هَدٰيهُمْ حَتّٰى يُبَيِّنَ لَهُمْ مَا يَتَّقُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿١١٥
اِنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۜ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ ﴿١١٦
لَقَدْ تَابَ اللّٰهُ عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ ف۪ي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِنْ بَعْدِ مَا كَادَ يَز۪يغُ قُلُوبُ فَر۪يقٍ مِنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْۜ اِنَّهُ بِهِمْ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌۙ ﴿١١٧
Tevbe Sûresi
204
Cuz 11
اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١١٢
112﴿ (Mallarını canlarını satıp cenneti satın alan o müminler, kâfirlik ve münâfıklıktan tam mânâsıyla) tevbe edenlerdir, (ihlâslı bir şekilde Allâh’a) ibâdet edenlerdir, (darlıkta da, bollukta da O’nun tüm nîmetlerine) hamd edenlerdir, oruç tutanlardır /(cihâd, ilim tahsîli ve ibretle tefekkür gibi meşrû gâyelerle yeryüzünde) seyahat edenlerdir/, (namazlarına devâm ederek) rükû edenlerdir, secde edenlerdir, (îmân ve ibâdet gibi, aklen ve şer‘an kabûle şâyân) mârûf (şeylerin yapılması) ile emredenlerdir, (şirk ve mâsiyet gibi, akıl ve din yönünden kabûl görmeyen) münker (şeyler)den nehyedenlerdir ve Allâh’ın (emir ve yasaklarıyla ilgili tüm sınırlarını ve) hudûdunu koruyanlardır. (Habîbim! Bu sıfatlara sâhip olan) o müminleri (sonsuz nîmetlerle) müjdele.
مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِك۪ينَ وَلَوْ كَانُٓوا اُو۬ل۪ي قُرْبٰى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُمْ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ ﴿١١٣
113﴿ (Kâfir olarak öldükleri sâbit olarak veyâ kalplerinin mühürlü olduğuna dâir vahiy inerek) kendilerinin şiddetle tutuşturulmuş o (cehennem) ateşin(in) ayrılmaz arkadaşları olduğu gerçeği onlara iyice belirdikten sonra, şirk koşan o kimseler için bağışlanma talebinde bulunmaları, o Nebî için de, îmân etmiş olan kişiler için de (câiz bir şey) olmadı. Velev ki o (bağışlanması talep oluna)nlar yakınlık sâhipleri olsunlar. Müseyyeb ibnü Hazn (Radıyallâhu Anh)dan rivâyete göre; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), amcası Ebû Tâlib vefât ederken ona: “Kelime-i şehâdet söyle de Allâh katında senin bağışlanman için onunla delil getireyim” buyurdu. Fakat o sırada yanında olan Ebû Cehil ve Abdullâh ibnü Ebî Ümeyye: “Yoksa sen Abdülmuttalib’in dîninden ayrılıyor musun?!” deyince o, kelime-i şehâdeti söylemedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona tekrar tekrar kelime-i şehâdeti teklif ettiyse de, onlar her seferinde aynı lafı tekrarladılar. Netîcede Ebû Tâlib: “Ben Abdülmüttalib’in dîni üzereyim” diyerek öldü. O zaman Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Vallâhi nehyedilmediğim sürece senin için istiğfâr edeceğim” buyurdu. Daha sonra bu âyet-i kerîme nâzil olarak, en yakın akrabâ da olsalar, şirk üzere ölenler için istiğfâr edilemeyeceğini beyân edince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) istiğfardan vazgeçti. (el-Buhârî, et-Tefsîr:165, rakam:4398, 4/1717-1718; Müslim, rakam:24; en-Nesâî, rakam:2034; Ahmed ibnü Hanbel, el-Müsned, rakam:23674, 39/78; İbnü Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 12/20-21; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 2/342-343; es-Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 7/550)
وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ اِبْرٰه۪يمَ لِاَب۪يهِ اِلَّا عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَٓا اِيَّاهُۚ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُٓ اَنَّهُ عَدُوٌّ لِلّٰهِ تَبَرَّاَ مِنْهُۜ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ لَاَوَّاهٌ حَل۪يمٌ ﴿١١٤
114﴿ İbrâhîm’in, (müşrik olan) babası için istiğfârı ise, ancak bir sözden dolayı olmuştu ki, onu ona (evvelce) vaad etmişti. Ama ne zaman ki onun gerçekten Allâh’a karşı büyük bir düşman olduğu ona iyice belirdi, o ondan tamâmen berî oldu (da aralarındaki tüm dostluk münâsebetlerini bozdu). Gerçekten de İbrâhîm elbette (çok merhametli, kalbi yumuşak, boynu kırık, duâ ve niyazlarında) çokça âh çeken, (kendisine karşı işlenen suçları görmeyip, eziyetlere pek tahammüllü olan) halîm (selîm) bir kimseydi. İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babasının adının Âzer olduğu görüşü ulemânın ekserîsi tarafından kabûl görmüşse de Süyûtî, Kastallânî ve İbnü Hacer el-Heytemî (Rahimehümullâh) gibi bâzı ulemâ ise Âzer’in, İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğunu söylemişlerdir ki onların da güçlü delilleri vardır. Bu delillerin en büyüğü, bu âyette babası için istiğfardan geri durduğu belirtildiği hâlde, âhir ömründe Kâ‘be’yi binâ ettikten sonra yine anne-babası için istiğfarda bulunmuş olduğunun İbrâhîm Sûresi’nin 41. âyet-i kerîmesinde zikredilmiş olmasıdır ki bu durum Âzer’in İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğu, istiğfâr ettiği Müslüman babasının isminin ise Târah olduğu görüşünün doğruluğuna delâlet etmektedir. Zâten Arapça’da amca anlamında da kullanılan “Eb” tâbiri Âzer hakkında kullanılmışken, istiğfâr hakkında ise “Doğuran baba” anlamından başka mânâya ihtimâli bulunmayan “Vâlid” tâbirinin kullanılmış olması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir. (İbnü Ebî Hâtim, rakam:7495, 4/1325; er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, 13/33,38; es-Süyûtî, el-Hâvî, 2/374; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 8/251-252)
وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضِلَّ قَوْمًا بَعْدَ اِذْ هَدٰيهُمْ حَتّٰى يُبَيِّنَ لَهُمْ مَا يَتَّقُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿١١٥
115﴿ Allâh bir kavmi (İslâm’a) hidâyet ettikten sonra, (kâfirlerin bağışlanmasını istemek gibi) iyice sakınmaları gereken şeyleri kendilerine tamâmen açıklayıncaya kadar (yaptıkları yanlışlar yüzünden) onları aslâ (“Bunlar doğru yoldan) saptı(lar” diye adlandı)racak (ve haklarında sapıklar hükmünü uygulayacak) da değildir. Şüphesiz ki Allâh (kullarının bu açıklamaları bilmeden önce veyâ sonra neler yapıp yapmayacakları dâhil) her bir şeyi (hakkıyla bilen bir) Alîm’dir.
اِنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۜ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ ﴿١١٦
116﴿ Şüphesiz ki Allâh; göklerin ve yerin (yegâne hükümrânlığı ve) mülkiyeti sâdece Kendisine âittir. O (dilediğini îmânla, istediğini de kâfirlik üzere) yaşatır ve öldürür. Ayrıca sizin için Allâh’tan başka hiçbir yakın dost mevcut olmamıştır, gerçek (mânâda) bir yardımcı da olmamıştır.
لَقَدْ تَابَ اللّٰهُ عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ ف۪ي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِنْ بَعْدِ مَا كَادَ يَز۪يغُ قُلُوبُ فَر۪يقٍ مِنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْۜ اِنَّهُ بِهِمْ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌۙ ﴿١١٧
117﴿ Andolsun ki; Allâh gerçekten o Peygamber’e (cihâda katılmama husûsunda münâfıklara izin vererek, efdal olanı terk etmesinden dolayı tevbe etmesini ilhâm etti), ayrıca (binecek hayvan, yiyecek ve içecek bulamadıkları) o (Tebûk Muhârebesi’ndeki) güçlük zamânında içlerinden bir fırkanın kalpleri (cihattan geri kalma fikrinden) kaymaya iyice yanaştıktan sonra (yine de geri kalmayıp) kendisine uymuş olan o muhâcirlere ve ensâra (kalplerinden geçirdikleri meyilden dolayı) tevbe (edebilmeyi) nasip etti. Sonra (karşılaştıkları sıkıntıları, niyetlerinin doğruluğunu ve tevbelerindeki sadâkati çok iyi bildiği için) onların tevbelerini (hiçbir mesûliyet eseri bırakmayacak şekilde) kabûl etti. Çünkü gerçekten O onlara karşı (çok esirgeyen bir) Raûf’dur, (sonsuz merhamet sâhibi bir) Rahîm’dir. (Bu yüzden kendilerine tâkat yetiremeyecekleri vazîfeleri yüklemez.) Âyet-i kerîmede Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tevbesinin kabûlünün zikredilişi, muhâcir ve ensardan oluşan sahâbenin tevbesinin kabûlüne bir mukaddime olsun ve böylece ashâbın mertebesinin büyüklüğüne dikkat çekilsin diyedir. Yoksa burada Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kendi makāmına nispetle efdal olan şeyi terk etmekten başka tevbeyi mûcip bir hatâsı söz konusu değildir. Lâkin yanında bulunanlardan bâzısı, o sıcak mevsimde Rumlarla savaşta başarılı olamayacakları gibi birtakım vesveseleri içlerinden geçirmişlerdi ki, Allâh-u Te‘âlâ böylece onların sadâkatle yola çıkışları ve o yolculukta çok büyük meşakkatlere tahammül etmeleri hürmetine tevbelerini kabûl ettiğini bildirmiştir.