وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلَا يَزَالُونَ مُخْتَلِف۪ينَۙ ﴿١١٨﴾
﴾118﴿
(Habîbim!) Senin Rabbin murâd etseydi, elbette tüm insanları (doğru yolda ittifâk eden) tek bir ümmet yapardı. (Lâkin herkesin hak dinde birleşmeyeceğini bildiği için tüm insanları hidâyette birleştirmeyi murâd etmedi.) Ama onlar(ın bâzısı hakkı bularak hidâyete ermiş, birtakımları da bâtılda ısrâr ederek görüş ayrılığına düşmüş) ihtilâf edici kimseler olarak dâim olacaklardır.
اِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَۜ وَلِذٰلِكَ خَلَقَهُمْۜ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَاَمْلَـَٔنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَ ﴿١١٩﴾
﴾119﴿
(Habîbim! İnsanlar sürekli ihtilâf edecektir.) Lâkin senin Rabbinin acımış olduğu kimseler müstesnâ! (Çünkü İlâhî rahmet gereği onlar bâzı ictihâdî konularda görüş ayrılığına düşseler de zarûrî inanç meselelerinde sürekli birleşirler.) İşte sana! Zâten O (Allâh-u Te‘âlâ) onları sâdece bunun (mazharı olarak rahmete nâil kılınmaları) için yaratmıştır. Ama (insanların bir çoğu özgür irâdelerini rahmete nâiliyet için değil de azâba çarpılmak için kullandıklarından) senin Rabbinin: “Andolsun ki; cehennemi, hep birlikte oldukları hâlde cinlerden ve insanlar(ın kâfir ve isyankârların)dan mutlaka dolduracağım” (şeklindeki hükmünü bildiren) kelimesi (yerini bulmuş ve) tamâma ermiştir.
وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِه۪ فُؤٰادَكَۚ وَجَٓاءَكَ ف۪ي هٰذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٢٠﴾
﴾120﴿
(Habîbim!) O (ümmetleri tarafından inkârla karşılanıp, büyük eziyetlere mâruz kalmış bulunan kıymetli) rasüllerin haberlerinden her birini; o kendisiyle senin kalbine (sabır ve) sebât vereceğimiz (kıssalarda bulunan tesellî bahşedici) şeyleri böylece sana peş peşe anlatmaktayız. İşte bu (sûrenin kıssaları)nda da sana, o (yaşanmış pek çok) hak (ve hakîkatleri ihtivâ eden bilgiler), îmân edenler için de büyük bir vaaz(-u nasîhat) ve iyi bir öğüt gelmiştir.
وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ اعْمَلُوا عَلٰى مَكَانَتِكُمْۜ اِنَّا عَامِلُونَۙ ﴿١٢١﴾
﴾121﴿
(Habîbim!) Îmân etmeyen (ve inananların helâkini bekleyen) o (zâlim) kimselere de ki: “Siz (kâfirlik ve bana karşı düşmanlık husûsunda) olanca gücünüz üzere çalış(ıp çabalay)ın /konumunuz(da sebât etmek) üzere çalış(ıp çabalay)ın/. Şüphesiz ki biz (de yolumuzda sebât ederek, olanca gücümüzle size karşı direniş için) çalışıcı kimseleriz.
وَانْتَظِرُواۚ اِنَّا مُنْتَظِرُونَ ﴿١٢٢﴾
﴾122﴿
Siz de (bizim başımıza musîbetler yağmasını boş yere) bekleyin (durun)! Gerçekten biz (de sizden önce geçen kâfirlerin başına gelenlerin bir benzerine çarptırılmanızı) bekleyici kimseleriz.”
وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿١٢٣﴾
﴾123﴿
(Habîbim!) Göklerin ve yerin gayb(lar)ı da (onların barındırdığı tüm gizli kapalı şeylerin gerçek bilgileri de) ancak Allâh’a âittir. (Senin ve düşmanlarının hâlleri dâhil) bütün işlerin tamâmı ise ancak O’na döndürülecektir. Öyleyse sen O’na ibâdet et ve (düşmanlarından seni koruması için işlerini O’na havâle ederek sâdece) O’na tevekkül et! Zâten senin Rabbin, sizin yapmakta olduklarınızdan aslâ gâfil (ve habersiz) değildir. (Dolayısıyla herkese hak ettiği karşılığı verecektir.)
ONİKİNCİ SÛRE-İ CELİLE
el-Yûsuf
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. 111 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
الٓرٰ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُب۪ينِ۠ ﴿١﴾
﴾1﴿
Elif! Lâm! Râ! Müfessirler bu gibi hurûf-u mukatta‘anın tefsîrinde şöyle demişlerdir: (اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِمُرَادِهِ بِذٰلِكَ) “Bu harfler müteşâbih âyetlerden olduğu için bunlardan murâdının ne olduğunu ziyâdesiyle bilen ancak Allâh’tır.” (Habîbim!) İşte sana! Bu (sûrede buluna)nlar, (Allâh-u Te‘âlâ tarafından indirildiği âşikâr olan ve muhâtaplarınca mânâları) çok açık olan o (yüce) Kitab’ın âyetleridir. /(Doğru yolu açıkça ortaya koyan ve insanların merak ettiği konuları) iyice açıklayan o (yüce) Kitab’ın âyetleridir./
اِنَّٓا اَنْزَلْنَاهُ قُرْءٰنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Gerçekten Biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. Tâ ki siz (mânâlarını ve mûcizelerini gereği gibi) anlayasınız.
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ اَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَٓا اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ هٰذَا الْقُرْاٰنَۗ وَاِنْ كُنْتَ مِنْ قَبْلِه۪ لَمِنَ الْغَافِل۪ينَ ﴿٣﴾
﴾3﴿
Biz sana işte bu Kur’ân’ı vahyetmemiz sebebiyle, kıssaların en güzelini /en güzel anlatma (üslûbu) ile/ sana peşpeşe anlatmaktayız. Hâlbuki gerçek şu ki; o (vahyin ulaşması)ndan önce elbette sen (bu gibi kıssaları hiç duymamış olan) habersiz kimselerdendin.
اِذْ قَالَ يُوسُفُ لِاَب۪يهِ يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَاَيْتُهُمْ ل۪ي سَاجِد۪ينَ ﴿٤﴾
﴾4﴿
(Habîbim!) O zamânı (anlat) ki; Yûsuf babasına: “Ey benim babam! Şüphesiz ben rüyâda on bir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm. Ben onları rüyâda özellikle bana secde ediciler olarak gördüm” demişti.