v02.01.25 Geliştirme Notları
Yûsuf Sûresi
242
Cuz 13
64﴿ O(nları dinleyen Ya‘kûb (Aleyhisselâm)): “Onun hakkında size (güvenemem) ancak, daha önce kardeşine karşı size güvendiğim gibi güvenebilirim. (Siz evvelce de bu güvenimi sarsmıştınız, artık size de, korumanıza da güvenmiyorum. Ancak mecbûriyetten dolayı onu sizinle göndermeyi kabûl ediyorsam da, korunmasını size değil sâdece Allâh-u Te‘âlâ’ya ısmarlıyorum.) Artık büyük bir koruyucu olarak Allâh (sizden de, herkesten de) çok hayırlıdır. Zâten ancak O, acıyanların en merhametlisidir. (Artık O’nun bana iki musîbeti bir anda yaşatmayacağını umuyorum)” dedi.
65﴿ Onlar eşyâlarını açtıkları zaman (rızık alma karşılığında bıraktıkları) sermâyelerini kendilerine geri verilmiş olarak buldular ve (bunu görünce): “Ey babamız! Biz (bundan başka) ne (iyilik) arıyoruz? İşte şu, bize geri verilmiş olan sermâyemiz. (Artık yeni bir sermâye hazırlamamız da gerekmiyor, biz bununla gideriz ve) böylece âilemize yiyecek getiririz, kardeşimizi de koruruz, ayrıca (kendi develerimizin yüküne ilâveten) bir deve yükü ölçülmüş azık da artırmış oluruz. İşte sana! Bu (getirdiğimiz erzak ise bizim ihtiyâcımızı görmeyecek kadar) çok az bir azıktır (dolayısıyla bizim bir an evvel erzak temini için yola çıkmamız lâzım)” dediler.
66﴿ O(nların bu sözü üzerine babaları Ya‘kûb (Aleyhisselâm)): “Size (hep birlikte) kuşatılma yapılması (netîcesinde topluca helâke uğratılmanız) hâriç, andolsun ki; onu bana mutlaka getireceğinize dâir siz bana Allâh (tarafın)-dan (sizi bağlayacak) kuvvetli bir söz verinceye kadar onu sizinle birlikte aslâ göndermeyeceğim” dedi. İşte onlar ona (istediği şekilde güven veren sağlam söz ve) ahitlerini verince o (Allâh-u Te‘âlâ’ya olan tevekkülünü arz etmek, onları da yeminlerinde durmaya teşvik etmek üzere): “Söylemekte olduğumuz bu şey(i nasıl gözeteceğimiz) üzerine Allâh (hakkıyla şâhit olan bir) Vekîl’dir” dedi.
67﴿ Yine o (babaları onları topluca göndermeye karar verince, kendilerini nazardan korumak için nasîhat etmek üzere): “Ey oğullarım! (Mısır’a) tek bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. Ben (bu tedbiri emrederek) Allâh’tan (gelecek kazâ ve kaderle ilgili) hiçbir şeyi sizden defedemem. (Her konuda mutlak mânâda yetki ve) hüküm ancak Allâh’a âittir. Ben (yaptığım ve bıraktığım her işte) ancak O’na (güvenip) tevekkül ettim. Tevekkül edenler de ancak O’na hemen tevekkül etsin(ler)” dedi. Müfessirlerin cumhûruna göre; Ya‘kûb (Aleyhisselâm) güzelliklerinden ve süslü kıyâfetlerinden dolayı oğullarına nazar değeceğinden endişelenerek onlara şehre birlikte girmemelerini emretti. İlk gidişlerinde tanınmadıkları için babaları bu hususta hassas davranmamıştı. Fakat kardeş oldukları bilinip arkalarından Mısır’da şöhretleri yayılınca Ya‘kûb (Aleyhisselâm) onları göz isâbetinden korumayı hedefledi. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat mezhebine göre; göz ve nazar haktır. Şöyle ki; bir insan bir şeye beğenerek baktığı zaman Allâh-u Te‘âlâ murâd ederse o bakılan şeyde bir eksiklik ve bozukluk yaratabilir. Nitekim İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Göz (isâbeti) haktır. Kaderle yarışacak bir şey olsaydı elbette göz onu geçerdi.” (Müslim, es-Selâm:16, rakam:2188, 4/1719; el-Buhârî, et-Tıbb:35, rakam:5408, 5/2167) Yine hadîs-i şerîfte: “Şüphesiz ki göz (nazar), insanı mezara, deveyi de kazana sokar” (Ebû Nu‘aym, Hılyetü’l-evliyâ, 7/90; el-Kurtubî, 9/231; el-Âlûsî, 13/15) buyrulmuştur ki, bu da nazarın ölüme bile sebebiyet verebileceğini beyân etmektedir. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) torunları Hasen ve Hüseyn (Radıyallâhu Anhümâ)yı şeytandan, zehirli haşarattan ve kötülük isâbet ettiren gözden Allâh’ın tastamam kelimelerine sığındırır ve: “Babanız İbrâhîm (Aleyhimesselâm) da, bu kelimelerle İsmâ‘îl ve İshâk (Aleyhimesselâm)ı sığındırırdı” buyururdu. (el-Buhârî, el-Enbiyâ:12, rakam:3191, 3/1233)
68﴿ Ne zaman ki onlar (Mısır’a varıp) babalarının kendilerine emrettiği (farklı farklı) yer(ler)den girdiler, hâlbuki (şu bir gerçek ki) bu (şekilde şehre girmeleri), Allâh’tan (gelecek) hiçbir şeyi kendilerinden defedecek değildi. Lâkin (bu tedbir) Ya‘kûb, içinde(ki şefkatten ve onlar adına duyduğu endişeden kaynaklanmış) olan bir dilek (yerini bulsun) için onu açıkla(madan durama)dı. Şüphesiz ki; Biz kendisine (vahiy yoluyla ince ilimler) öğrettiğimiz için elbette o çok büyük bir ilim sâhibiydi. (Bu cümleden olarak sakınmanın kaderi defedemeyeceğini kendilerine bildirdi.) Lâkin insanların çoğu ise (kaderin sırrını) bilmezler (de, tedbîrin takdîri bozacağını zannederler).
69﴿ (Kardeşler hep birlikte) Yûsuf’un yanına girdiklerinde ise o, kardeşi (Bünyâmî)ni kendisine kattı ve (gece baş başa kaldıklarında ona): “Şüphesiz ki ben; ancak ben senin (o kaybına yandığın) kardeşinim! Artık sen onların (geçmişte bize) sürekli yapmakta oldukları şeyler yüzünden felâkete uğramış gibi mahzun olma” dedi. Rivâyete göre; Yûsuf (Aleyhisselâm) onları ağırlarken ikişer ikişer oturttu, Bünyâmîn tek kalınca ağlamaya başladı ve: “Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı, elbette o da benimle birlikte otururdu” dedi. O zaman Yûsuf (Aleyhisselâm) onu kendi sofrasına oturttu ve: “Geceleyin her iki kişi birlikte kalacak, bunun ikincisi olmadığı için o benimle kalır” dedi. Sonra Bünyâmîn’e dönerek: “Helâk olan kardeşinin yerine benim senin kardeşin olmamı ister misin?” deyince o: “Senin gibi kardeşi kim bulabilir?! Ama seni Ya‘kûb da, Râhîl de doğurmadı ki” deyince Yûsuf (Aleyhisselâm) ağlayarak kalkıp onu kucakladı ve gerçeği ona açıkladı. (el-Beyzâvî)
سُورَةُ يُوسُفَ
الجزء ١٣
٢٤٢
قَالَ هَلْ اٰمَنُكُمْ عَلَيْهِ اِلَّا كَمَٓا اَمِنْتُكُمْ عَلٰٓى اَخ۪يهِ مِنْ قَبْلُۜ فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ ﴿٦٤
وَلَمَّا فَتَحُوا مَتَاعَهُمْ وَجَدُوا بِضَاعَتَهُمْ رُدَّتْ اِلَيْهِمْۜ قَالُوا يَٓا اَبَانَا مَا نَبْغ۪يۜ هٰذِه۪ بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ اِلَيْنَاۚ وَنَم۪يرُ اَهْلَنَا وَنَحْفَظُ اَخَانَا وَنَزْدَادُ كَيْلَ بَع۪يرٍۜ ذٰلِكَ كَيْلٌ يَس۪يرٌ ﴿٦٥
قَالَ لَنْ اُرْسِلَهُ مَعَكُمْ حَتّٰى تُؤْتُونِ مَوْثِقًا مِنَ اللّٰهِ لَتَأْتُنَّن۪ي بِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ يُحَاطَ بِكُمْۚ فَلَمَّٓا اٰتَوْهُ مَوْثِقَهُمْ قَالَ اللّٰهُ عَلٰى مَا نَقُولُ وَك۪يلٌ ﴿٦٦
وَقَالَ يَا بَنِيَّ لَا تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُوا مِنْ اَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍۜ وَمَٓا اُغْن۪ي عَنْكُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۜ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُۚ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ ﴿٦٧
وَلَمَّا دَخَلُوا مِنْ حَيْثُ اَمَرَهُمْ اَبُوهُمْۜ مَا كَانَ يُغْن۪ي عَنْهُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا حَاجَةً ف۪ي نَفْسِ يَعْقُوبَ قَضٰيهَاۜ وَاِنَّهُ لَذُو عِلْمٍ لِمَا عَلَّمْنَاهُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ۟ ﴿٦٨
وَلَمَّا دَخَلُوا عَلٰى يُوسُفَ اٰوٰٓى اِلَيْهِ اَخَاهُ قَالَ اِنّ۪ٓي اَنَا۬ اَخُوكَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٦٩
Yûsuf Sûresi
242
Cuz 13
قَالَ هَلْ اٰمَنُكُمْ عَلَيْهِ اِلَّا كَمَٓا اَمِنْتُكُمْ عَلٰٓى اَخ۪يهِ مِنْ قَبْلُۜ فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًاۖ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ ﴿٦٤
64﴿ O(nları dinleyen Ya‘kûb (Aleyhisselâm)): “Onun hakkında size (güvenemem) ancak, daha önce kardeşine karşı size güvendiğim gibi güvenebilirim. (Siz evvelce de bu güvenimi sarsmıştınız, artık size de, korumanıza da güvenmiyorum. Ancak mecbûriyetten dolayı onu sizinle göndermeyi kabûl ediyorsam da, korunmasını size değil sâdece Allâh-u Te‘âlâ’ya ısmarlıyorum.) Artık büyük bir koruyucu olarak Allâh (sizden de, herkesten de) çok hayırlıdır. Zâten ancak O, acıyanların en merhametlisidir. (Artık O’nun bana iki musîbeti bir anda yaşatmayacağını umuyorum)” dedi.
وَلَمَّا فَتَحُوا مَتَاعَهُمْ وَجَدُوا بِضَاعَتَهُمْ رُدَّتْ اِلَيْهِمْۜ قَالُوا يَٓا اَبَانَا مَا نَبْغ۪يۜ هٰذِه۪ بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ اِلَيْنَاۚ وَنَم۪يرُ اَهْلَنَا وَنَحْفَظُ اَخَانَا وَنَزْدَادُ كَيْلَ بَع۪يرٍۜ ذٰلِكَ كَيْلٌ يَس۪يرٌ ﴿٦٥
65﴿ Onlar eşyâlarını açtıkları zaman (rızık alma karşılığında bıraktıkları) sermâyelerini kendilerine geri verilmiş olarak buldular ve (bunu görünce): “Ey babamız! Biz (bundan başka) ne (iyilik) arıyoruz? İşte şu, bize geri verilmiş olan sermâyemiz. (Artık yeni bir sermâye hazırlamamız da gerekmiyor, biz bununla gideriz ve) böylece âilemize yiyecek getiririz, kardeşimizi de koruruz, ayrıca (kendi develerimizin yüküne ilâveten) bir deve yükü ölçülmüş azık da artırmış oluruz. İşte sana! Bu (getirdiğimiz erzak ise bizim ihtiyâcımızı görmeyecek kadar) çok az bir azıktır (dolayısıyla bizim bir an evvel erzak temini için yola çıkmamız lâzım)” dediler.
قَالَ لَنْ اُرْسِلَهُ مَعَكُمْ حَتّٰى تُؤْتُونِ مَوْثِقًا مِنَ اللّٰهِ لَتَأْتُنَّن۪ي بِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ يُحَاطَ بِكُمْۚ فَلَمَّٓا اٰتَوْهُ مَوْثِقَهُمْ قَالَ اللّٰهُ عَلٰى مَا نَقُولُ وَك۪يلٌ ﴿٦٦
66﴿ O(nların bu sözü üzerine babaları Ya‘kûb (Aleyhisselâm)): “Size (hep birlikte) kuşatılma yapılması (netîcesinde topluca helâke uğratılmanız) hâriç, andolsun ki; onu bana mutlaka getireceğinize dâir siz bana Allâh (tarafın)-dan (sizi bağlayacak) kuvvetli bir söz verinceye kadar onu sizinle birlikte aslâ göndermeyeceğim” dedi. İşte onlar ona (istediği şekilde güven veren sağlam söz ve) ahitlerini verince o (Allâh-u Te‘âlâ’ya olan tevekkülünü arz etmek, onları da yeminlerinde durmaya teşvik etmek üzere): “Söylemekte olduğumuz bu şey(i nasıl gözeteceğimiz) üzerine Allâh (hakkıyla şâhit olan bir) Vekîl’dir” dedi.
وَقَالَ يَا بَنِيَّ لَا تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُوا مِنْ اَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍۜ وَمَٓا اُغْن۪ي عَنْكُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۜ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُۚ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ ﴿٦٧
67﴿ Yine o (babaları onları topluca göndermeye karar verince, kendilerini nazardan korumak için nasîhat etmek üzere): “Ey oğullarım! (Mısır’a) tek bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. Ben (bu tedbiri emrederek) Allâh’tan (gelecek kazâ ve kaderle ilgili) hiçbir şeyi sizden defedemem. (Her konuda mutlak mânâda yetki ve) hüküm ancak Allâh’a âittir. Ben (yaptığım ve bıraktığım her işte) ancak O’na (güvenip) tevekkül ettim. Tevekkül edenler de ancak O’na hemen tevekkül etsin(ler)” dedi. Müfessirlerin cumhûruna göre; Ya‘kûb (Aleyhisselâm) güzelliklerinden ve süslü kıyâfetlerinden dolayı oğullarına nazar değeceğinden endişelenerek onlara şehre birlikte girmemelerini emretti. İlk gidişlerinde tanınmadıkları için babaları bu hususta hassas davranmamıştı. Fakat kardeş oldukları bilinip arkalarından Mısır’da şöhretleri yayılınca Ya‘kûb (Aleyhisselâm) onları göz isâbetinden korumayı hedefledi. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat mezhebine göre; göz ve nazar haktır. Şöyle ki; bir insan bir şeye beğenerek baktığı zaman Allâh-u Te‘âlâ murâd ederse o bakılan şeyde bir eksiklik ve bozukluk yaratabilir. Nitekim İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Göz (isâbeti) haktır. Kaderle yarışacak bir şey olsaydı elbette göz onu geçerdi.” (Müslim, es-Selâm:16, rakam:2188, 4/1719; el-Buhârî, et-Tıbb:35, rakam:5408, 5/2167) Yine hadîs-i şerîfte: “Şüphesiz ki göz (nazar), insanı mezara, deveyi de kazana sokar” (Ebû Nu‘aym, Hılyetü’l-evliyâ, 7/90; el-Kurtubî, 9/231; el-Âlûsî, 13/15) buyrulmuştur ki, bu da nazarın ölüme bile sebebiyet verebileceğini beyân etmektedir. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) torunları Hasen ve Hüseyn (Radıyallâhu Anhümâ)yı şeytandan, zehirli haşarattan ve kötülük isâbet ettiren gözden Allâh’ın tastamam kelimelerine sığındırır ve: “Babanız İbrâhîm (Aleyhimesselâm) da, bu kelimelerle İsmâ‘îl ve İshâk (Aleyhimesselâm)ı sığındırırdı” buyururdu. (el-Buhârî, el-Enbiyâ:12, rakam:3191, 3/1233)
وَلَمَّا دَخَلُوا مِنْ حَيْثُ اَمَرَهُمْ اَبُوهُمْۜ مَا كَانَ يُغْن۪ي عَنْهُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا حَاجَةً ف۪ي نَفْسِ يَعْقُوبَ قَضٰيهَاۜ وَاِنَّهُ لَذُو عِلْمٍ لِمَا عَلَّمْنَاهُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ۟ ﴿٦٨
68﴿ Ne zaman ki onlar (Mısır’a varıp) babalarının kendilerine emrettiği (farklı farklı) yer(ler)den girdiler, hâlbuki (şu bir gerçek ki) bu (şekilde şehre girmeleri), Allâh’tan (gelecek) hiçbir şeyi kendilerinden defedecek değildi. Lâkin (bu tedbir) Ya‘kûb, içinde(ki şefkatten ve onlar adına duyduğu endişeden kaynaklanmış) olan bir dilek (yerini bulsun) için onu açıkla(madan durama)dı. Şüphesiz ki; Biz kendisine (vahiy yoluyla ince ilimler) öğrettiğimiz için elbette o çok büyük bir ilim sâhibiydi. (Bu cümleden olarak sakınmanın kaderi defedemeyeceğini kendilerine bildirdi.) Lâkin insanların çoğu ise (kaderin sırrını) bilmezler (de, tedbîrin takdîri bozacağını zannederler).
وَلَمَّا دَخَلُوا عَلٰى يُوسُفَ اٰوٰٓى اِلَيْهِ اَخَاهُ قَالَ اِنّ۪ٓي اَنَا۬ اَخُوكَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٦٩
69﴿ (Kardeşler hep birlikte) Yûsuf’un yanına girdiklerinde ise o, kardeşi (Bünyâmî)ni kendisine kattı ve (gece baş başa kaldıklarında ona): “Şüphesiz ki ben; ancak ben senin (o kaybına yandığın) kardeşinim! Artık sen onların (geçmişte bize) sürekli yapmakta oldukları şeyler yüzünden felâkete uğramış gibi mahzun olma” dedi. Rivâyete göre; Yûsuf (Aleyhisselâm) onları ağırlarken ikişer ikişer oturttu, Bünyâmîn tek kalınca ağlamaya başladı ve: “Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı, elbette o da benimle birlikte otururdu” dedi. O zaman Yûsuf (Aleyhisselâm) onu kendi sofrasına oturttu ve: “Geceleyin her iki kişi birlikte kalacak, bunun ikincisi olmadığı için o benimle kalır” dedi. Sonra Bünyâmîn’e dönerek: “Helâk olan kardeşinin yerine benim senin kardeşin olmamı ister misin?” deyince o: “Senin gibi kardeşi kim bulabilir?! Ama seni Ya‘kûb da, Râhîl de doğurmadı ki” deyince Yûsuf (Aleyhisselâm) ağlayarak kalkıp onu kucakladı ve gerçeği ona açıkladı. (el-Beyzâvî)