سُورَةُاِبْرٰه۪يمَ | ٢٥٧ | الجزء ١٣ |
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَد۪يدٍۙ ﴿ ١٩ ﴾ وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَز۪يزٍ ﴿ ٢٠ ﴾ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ جَم۪يعًا فَقَالَ الضُّعَفٰٓؤُ۬ا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ اَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۜ قَالُوا لَوْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَهَدَيْنَاكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَجَزِعْنَٓا اَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَح۪يصٍ۟ ﴿ ٢١ ﴾ وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الْاَمْرُ اِنَّ اللّٰهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَاَخْلَفْتُكُمْۜ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّٓا اَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ ل۪يۚ فَلَا تَلُومُون۪ي وَلُومُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ مَٓا اَنَا۬ بِمُصْرِخِكُمْ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُصْرِخِيَّۜ اِنّ۪ي كَفَرْتُ بِمَٓا اَشْرَكْتُمُونِ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿ ٢٢ ﴾ وَاُدْخِلَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْۜ تَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌ ﴿ ٢٣ ﴾ اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ ﴿ ٢٤ ﴾
سُورَةُاِبْرٰه۪يمَ | ٢٥٧ | الجزء ١٣ |
İbrâhîm Sûresi | 257 | Cüz 13 |
19 (Ey kâfir insan!) Görmedin mi ki gerçekten Allâh gökleri ve yeri (yaratılmalarını gerektiren) hak (lı bir neden ve yüce bir hikmet) ile iç içe olarak yarat mıştır? O dilese sizi giderir de, (yerinize) yepyeni yaratıklar getirir!
20 İşte bu, Allâh’a göre hiç de zor bir şey değildir! (Zira O, her yaptığını yardımsız ve vasıtasız îcat ettiği için, kudretinin tealluku nun, kolaylığı ve zorluğu anlamında hiçbir mahlûkun bir farkı yoktur.)
21 (Kıyâmet koptuğunda) o (kâfir ola)nlar (kabirlerinden diriltilip) topluca Allâh(ın sorgu suâline tâbi tutulmak) için geniş bir alan (olan mahşer sahasın)a çıktılar da/ (dünyadayken yaptıkları günahların Allâh’a gizli kaldığını zanneden o kâfirler kabirlerinden diriltilerek) topluca Allâh’a karşı açığa çıktılar (ve hiçbir şeylerini O’ndan saklayamadıklarını anladılar) da/ (akılca) zayıf ol(dukları için akıllı zannettikleri kâfirlere uy)anlar o (dünyada) büyüklük taslamış olan (lider konumundaki) kişilere: “Gerçekten de biz (dünya da) sadece size uymuş olan kimselerdik. Şimdi siz Allâh’ın azâbından azıcık bir şeyi (dahi) bizden savuşturabilecek kimseler misiniz?” dedi. Onlar da (özür dileme sadedinde): “Allâh bizi hidâyete erdirseydi, elbette biz de sizi hidâyet ederdik! (Lâkin O bizi saptırdı, biz de size kendimiz için tercih ettiğimiz yolu münasip gördük! Artık) bize göre eşittir; (karşılaştığımız bu azaptan dolayı) çokça üzülmüşmüyüz, ya da sabretmişmiyiz! (Çünkü) bizim için hiçbir kurtuluş yeri/hiçbir kurtuluş/ yoktur.” dediler.
Muhammed ibni Kâ`b el-Kurazî şöyle anlatmıştır: Cehennem ehli kendilerinden bir gün olsun azâbın hafifletilmesi için zebânî lerden yardım isteyecekler, onlar da: “Size peygamberleriniz açık deliller getirmemiş miydi?” diye onları azarlayacaklar. Bu sefer onlar cehennem bekçisine seslenerek: “Ey Mâlik! Artık Rab bin hakkımızda ölüm kararı versin!” diyecekler, fakat seksen sene bir cevap alamayacaklar ki, üç yüz altmış gün olan bu senenin her bir günü bin sene kadar uzun geçecek, sonra onlara: “Gerçekten siz ebedî kalıcılarsınız!” buyrulacak, ölümden de ümit kesince birbirlerine: “Gelin, taat ehli sabrettiği gibi biz de sabredelim!” diyecekler, fakat uzun süre sabretmelerine rağmen bir fayda göremeyince, âyetin sonundaki bu sözü söyleyeceklerdir.
22 (Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenne me girdirilip) o (muhâsebeyle ilgili önemli) iş sağlam ca bitirildiği zaman (herkesi saptıran) şeytan (konuş ma yapmak üzere ateşten bir minbere çıkıp) dedi ki: “Gerçekten de Allâh (diriltilip, yaptıklarınızın karşılı ğını göreceğinize dair) size hak olan bir sözle vaatte bulunmuştu. Ben de size (‘Dirilmek yok, hesap yok! Olsa bile putlar size şefaat edecek!’ diye birtakım boş) vaatte bulunmuştum. Ama ben size (verdiğim) sözü bozdum. Zaten size karşı benim için hiçbir tasallut (ve güç) bulunma maktaydı. Ancak ben sizi (sapıklığa) çağırmıştım, siz de (sapıklığa gönüllü ve meyilli olduğunuzdan) he men bana çokça icabet etmiştiniz. Artık (size yalancı çıktığım için) beni tenkit etmeyin, (benden hiçbir delil talep etmeksizin davetime seve seve koştuğunuz için) nefislerinizi kınayın! Ben (içinde bulunduğunuz azaptan kurtulmanız için) asla size yardım edici biri olamam. Siz de (düş tüğüm durumdan kurtulmam için) kesinlikle bana yardım edici kimseler olamazsınız! Şüphesiz ki ben bundan önce (dünyada) beni(m her sözümü dinleye rek, beni Allâh-u Te`âlâ’ya) ortak koşmuş olmanızı (bugün red ve) inkâr ettim! Muhakkak ki (şirk gibi en büyük suçu işlemiş olan) o zâlimler, çok acı verici büyük bir azap sadece onlara aittir!”
23 Ama (imansızların düştüğü bu sefil duruma karşılık;) o iman etmiş olanlar ve (namaz, oruç, hac, zekât gibi) sâlih ameller işlemiş bulunanlar, (köşklerinin ve ağaçlarının) altlarından sürekli ırmaklar akmak ta olan pek değerli cennetlere, içerisinde ebedî kalıcılar olarak Rablerinin izni (emri ve muvaffak kıl ması) ile girdirilmiştir. Onların oradaki (karşılaşma lar esnasında, birbirlerine: “Güzel yaşam dile me” anla mında söyleyecekleri) tahiyyeleri, (“İstenmedik tüm şeylerden kurtuluş sizin üzerinize olsun!” manasına gelen)
“Selâm!” (lafzı)dır. Son iki âyet-i kerîmede bahsi geçen olayların, henüz gerçekleşmemiş olmalarına rağmen, geçmişi ifade eden mâzî sîğasıyla zikredilmeleri iki türlü izah edilmiştir:
a) Bu hâdiseler mutlaka gerçekleşecek olup, vaki olmamaları ise ihtimal dışı bulunduğundan, sanki olmuş bitmiş bir gerçek gibi açıklanmışlardır.
b) Bu ifade-i celîlelerin sahibi olan Allâh-u Te`âlâ için zaman mefhumu geçerli olmadığından, bu olaylar, ne geçmiş ne de gelecek nazar-ı itibara alınmaksızın, zaman kaydından bağımsız olarak beyan edilmiştir. (Âlûsî)
24 (Habîbim!) Görmedin mi ki Allâh (tevhîd keli mesi, İslâm daveti ve Kur’ân gibi) pek hoş (olan güzel ve makbul) bir kelimeye nasıl (güzel ve yerinde) bir örnek açıkladı? (İşte o kelimeler,) çok hoş bir ağaç (olan hurma) gibi(dir) ki, onun kökü (toprakta) sabit, üst tarafı ise gök (cihetin)de (yükselmekte)dir.
İbrâhîm Sûresi | 257 | Cüz 13 |