v02.01.25 Geliştirme Notları
İbrâhîm Sûresi
257
Cuz 13
19﴿ (Ey kâfir insan!) Görmedin mi ki gerçekten Allâh gökleri ve yeri (kulları için imtihân yurdu olmaları gibi) hak(lı bir hikmet) ile iç içe oldukları hâlde yaratmıştır?! O (Rabbiniz) murâd ederse sizi (yok edip) giderir de, (yerinize) yepyeni yaratılmışlar getirir.
20﴿ (Ey insan!) İşte sana! Bu (şekilde sizi yok edip yerinize başkalarını getirmek), Allâh’a göre hiç de zor gelen bir şey değildir. (Zîrâ O, her yaptığını yardımcı aramadan îcâd ettiği için, kudretinin herhangi bir mahlûka taalluku husûsunda kolaylık ve zorluk anlamında hiçbir mahlûk arasında en ufak bir fark söz konusu olamaz.)
21﴿ (Kıyâmet koptuğunda) o (kâfir ola)nlar (kabirlerinden diriltilip) geniş bir alan (olan mahşer sahasın)a Allâh(ın muhâsebesine tâbi tutulmak) için topluca çıktılar da netîcede; (kendileri akılca) zayıf ol(dukları için akıllı zannettikleri kâfirlere uy)an kimseler o (dünyâda) büyüklük taslamış olan (lider konumundaki) kişilere: “Gerçekten de biz (dünyâda) sâdece size tâbi olmuş kimselerdik. Şimdi siz Allâh’ın azâbından azıcık bir şeyi (dahî) bizden savuşturabilecek kimseler misiniz?!” dedi. Onlar (ise özür dileme sadedinde): “Allâh bize hidâyet verseydi, elbette biz de sizi hidâyet ederdik. (Lâkin O bizi saptırdı, biz de size kendimiz için tercih ettiğimiz yolu münâsip gördük. Artık karşılaştığımız bu azaptan dolayı) çokça üzülmüş müyüz ya da sabretmiş miyiz; bize göre eşittir. (Çünkü) bizim için hiçbir kurtuluş yeri /hiçbir kurtuluş/ yoktur” dediler. Muhammed ibnü Kâ‘b el-Kurazî (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Cehennem ehli kendilerinden bir gün olsun azâbın hafifletilmesi için zebânîlerden yardım isteyecekler, onlar da: ‘Size peygamberleriniz açık deliller getirmemiş miydi?’ diye onları azarlayacaklar. Bu sefer onlar cehennem bekçisine seslenerek: ‘Ey Mâlik! Artık Rabbin hakkımızda ölüm karârı versin’ diyecekler, fakat seksen sene bir cevap alamayacaklar ki, üç yüz altmış gün olan bu senenin her bir günü bin sene kadar uzun geçecek, sonra onlara: ‘Gerçekten siz ebedî kalıcılarsınız’ buyrulacak, ölümden de ümit kesince birbirlerine: ‘Gelin, tâat ehli sabrettiği gibi biz de sabredelim’ diyecekler, fakat uzun süre sabretmelerine rağmen bir fayda göremeyince, âyet-i kerîmenin sonundaki bu sözü söyleyeceklerdir.” (el-Hâzin)
22﴿ (Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girdirilip) o (muhâsebeyle ilgili önemli) iş sağlamca bitirildiği zaman (herkesi saptıran) şeytan da (ateşten bir minbere çıkıp) dedi ki: “(Ey cehennem halkı!) Gerçekten de Allâh (diriltilip, yaptıklarınızın karşılığını göreceğinize dâir) hak olan bir vaadle size söz vermişti. Ben de size (‘Dirilmek yok, hesap yok! Olsa bile putlar size şefâat edecek’ diye birtakım boş şeyler kabîlinden) vaad(ler)de bulunmuştum. Ama (şimdi) ben size (verdiğim) sözü bozdum. Zâten size karşı benim için hiçbir tasallut (ve güç) bulunmamaktaydı. Ancak ben sizi (sapıklığa) dâvet etmiştim, siz de (sapıklığa gönüllü ve meyilli olduğunuzdan) hemen bana çokça icâbet etmiştiniz. Artık (size yalancı çıktığım için) beni tenkit etmeyin, ama (benden hiçbir delil talep etmeksizin dâvetime seve seve koştuğunuz için) nefislerinizi kınayın. Ben (içinde bulunduğunuz azaptan kurtulmanız için) aslâ size yardım edici biri olamam. Siz de (düştüğüm durumdan kurtulmam için) kesinlikle bana yardım edici kimseler olamazsınız. Şüphesiz ki ben bundan önce (dünyâda) beni(m her sözümü dinleyerek, Allâh-u Te‘âlâ’ya beni) ortak koşmuş olmanızı (bugün red ve) inkâr ettim. Muhakkak ki (şirkten ibâret en büyük suçu işlemiş olan) o zâlimler (var ya); çok acı verici büyük bir azap sâdece onlara âittir.”
23﴿ Ama (îmânsızların düştüğü bu sefil duruma karşılık) o kimseler ki; îmân etmiştirler ve (namaz, oruç, hac, zekât gibi) sâlih ameller işlemiştirler; (işte onlar köşklerinin ve ağaçlarının) altlarından sürekli nehirler akan çok değerli cennetlere, içerilerinde ebedî kalıcı kimseler olarak Rablerinin izni (emri ve muvaffak kılması) ile girdirilmiştir(ler). Onların oradaki (karşılaşmalar esnâsında, birbirlerine: “Güzel yaşam dileme” anlamında söyleyecekleri) tahiyyeleri (ise: “İstenmedik tüm şeylerden kurtuluş sizin üzerinize olsun” mânâsına gelen) “Selâm” (lafzı)dır. Son iki âyet-i kerîmede bahsi geçen olayların, henüz gerçekleşmemiş olmalarına rağmen, geçmişi ifâde eden mâzî sîğasıyla zikredilmeleri iki türlü îzâh edilmiştir:
a) Bu hâdiseler mutlaka gerçekleşecek olup, vâki olmamaları ise ihtimal dışı bulunduğundan, sanki olmuş bitmiş bir gerçek olarak açıklanmıştır.
b) Bu ifâde-i celîlelerin sâhibi olan Allâh-u Te‘âlâ için zaman mefhûmu geçerli olmadığından, bu olaylar, ne geçmiş ne de gelecek nazar-ı îtibâra alınmaksızın, zaman kaydından bağımsız olarak beyân edilmiştir. (el-Âlûsî)
24﴿ (Habîbim!) Görmedin mi ki; Allâh (tevhîd kelimesi, İslâm dâveti ve Kur’ân gibi) çok güzel (ve makbul) olan bir kelimeye nasıl (güzel ve yerinde) bir örnek açıkladı?! (İşte o kelimeler) çok güzel (ve bereketli) bir ağaç (olan hurma) gibidir ki, onun kökleri (toprakta) sâbittir, dalları ise gök (cihetin)de (yükselmekte)dir.
سُورَةُ اِبْرٰه۪يمَ
الجزء ١٣
٢٥٧
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَد۪يدٍۙ ﴿١٩
وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَز۪يزٍ ﴿٢٠
وَبَرَزُوا لِلّٰهِ جَم۪يعًا فَقَالَ الضُّعَفٰٓؤُ۬ا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ اَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۜ قَالُوا لَوْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَهَدَيْنَاكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَجَزِعْنَٓا اَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَح۪يصٍ۟ ﴿٢١
وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الْاَمْرُ اِنَّ اللّٰهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَاَخْلَفْتُكُمْۜ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّٓا اَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ ل۪يۚ فَلَا تَلُومُون۪ي وَلُومُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ مَٓا اَنَا۬ بِمُصْرِخِكُمْ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُصْرِخِيَّۜ اِنّ۪ي كَفَرْتُ بِمَٓا اَشْرَكْتُمُونِ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٢٢
وَاُدْخِلَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْۜ تَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌ ﴿٢٣
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ ﴿٢٤
İbrâhîm Sûresi
257
Cuz 13
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَد۪يدٍۙ ﴿١٩
19﴿ (Ey kâfir insan!) Görmedin mi ki gerçekten Allâh gökleri ve yeri (kulları için imtihân yurdu olmaları gibi) hak(lı bir hikmet) ile iç içe oldukları hâlde yaratmıştır?! O (Rabbiniz) murâd ederse sizi (yok edip) giderir de, (yerinize) yepyeni yaratılmışlar getirir.
وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَز۪يزٍ ﴿٢٠
20﴿ (Ey insan!) İşte sana! Bu (şekilde sizi yok edip yerinize başkalarını getirmek), Allâh’a göre hiç de zor gelen bir şey değildir. (Zîrâ O, her yaptığını yardımcı aramadan îcâd ettiği için, kudretinin herhangi bir mahlûka taalluku husûsunda kolaylık ve zorluk anlamında hiçbir mahlûk arasında en ufak bir fark söz konusu olamaz.)
وَبَرَزُوا لِلّٰهِ جَم۪يعًا فَقَالَ الضُّعَفٰٓؤُ۬ا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ اَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۜ قَالُوا لَوْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَهَدَيْنَاكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَجَزِعْنَٓا اَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَح۪يصٍ۟ ﴿٢١
21﴿ (Kıyâmet koptuğunda) o (kâfir ola)nlar (kabirlerinden diriltilip) geniş bir alan (olan mahşer sahasın)a Allâh(ın muhâsebesine tâbi tutulmak) için topluca çıktılar da netîcede; (kendileri akılca) zayıf ol(dukları için akıllı zannettikleri kâfirlere uy)an kimseler o (dünyâda) büyüklük taslamış olan (lider konumundaki) kişilere: “Gerçekten de biz (dünyâda) sâdece size tâbi olmuş kimselerdik. Şimdi siz Allâh’ın azâbından azıcık bir şeyi (dahî) bizden savuşturabilecek kimseler misiniz?!” dedi. Onlar (ise özür dileme sadedinde): “Allâh bize hidâyet verseydi, elbette biz de sizi hidâyet ederdik. (Lâkin O bizi saptırdı, biz de size kendimiz için tercih ettiğimiz yolu münâsip gördük. Artık karşılaştığımız bu azaptan dolayı) çokça üzülmüş müyüz ya da sabretmiş miyiz; bize göre eşittir. (Çünkü) bizim için hiçbir kurtuluş yeri /hiçbir kurtuluş/ yoktur” dediler. Muhammed ibnü Kâ‘b el-Kurazî (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Cehennem ehli kendilerinden bir gün olsun azâbın hafifletilmesi için zebânîlerden yardım isteyecekler, onlar da: ‘Size peygamberleriniz açık deliller getirmemiş miydi?’ diye onları azarlayacaklar. Bu sefer onlar cehennem bekçisine seslenerek: ‘Ey Mâlik! Artık Rabbin hakkımızda ölüm karârı versin’ diyecekler, fakat seksen sene bir cevap alamayacaklar ki, üç yüz altmış gün olan bu senenin her bir günü bin sene kadar uzun geçecek, sonra onlara: ‘Gerçekten siz ebedî kalıcılarsınız’ buyrulacak, ölümden de ümit kesince birbirlerine: ‘Gelin, tâat ehli sabrettiği gibi biz de sabredelim’ diyecekler, fakat uzun süre sabretmelerine rağmen bir fayda göremeyince, âyet-i kerîmenin sonundaki bu sözü söyleyeceklerdir.” (el-Hâzin)
وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الْاَمْرُ اِنَّ اللّٰهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَاَخْلَفْتُكُمْۜ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّٓا اَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ ل۪يۚ فَلَا تَلُومُون۪ي وَلُومُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ مَٓا اَنَا۬ بِمُصْرِخِكُمْ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُصْرِخِيَّۜ اِنّ۪ي كَفَرْتُ بِمَٓا اَشْرَكْتُمُونِ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٢٢
22﴿ (Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girdirilip) o (muhâsebeyle ilgili önemli) iş sağlamca bitirildiği zaman (herkesi saptıran) şeytan da (ateşten bir minbere çıkıp) dedi ki: “(Ey cehennem halkı!) Gerçekten de Allâh (diriltilip, yaptıklarınızın karşılığını göreceğinize dâir) hak olan bir vaadle size söz vermişti. Ben de size (‘Dirilmek yok, hesap yok! Olsa bile putlar size şefâat edecek’ diye birtakım boş şeyler kabîlinden) vaad(ler)de bulunmuştum. Ama (şimdi) ben size (verdiğim) sözü bozdum. Zâten size karşı benim için hiçbir tasallut (ve güç) bulunmamaktaydı. Ancak ben sizi (sapıklığa) dâvet etmiştim, siz de (sapıklığa gönüllü ve meyilli olduğunuzdan) hemen bana çokça icâbet etmiştiniz. Artık (size yalancı çıktığım için) beni tenkit etmeyin, ama (benden hiçbir delil talep etmeksizin dâvetime seve seve koştuğunuz için) nefislerinizi kınayın. Ben (içinde bulunduğunuz azaptan kurtulmanız için) aslâ size yardım edici biri olamam. Siz de (düştüğüm durumdan kurtulmam için) kesinlikle bana yardım edici kimseler olamazsınız. Şüphesiz ki ben bundan önce (dünyâda) beni(m her sözümü dinleyerek, Allâh-u Te‘âlâ’ya beni) ortak koşmuş olmanızı (bugün red ve) inkâr ettim. Muhakkak ki (şirkten ibâret en büyük suçu işlemiş olan) o zâlimler (var ya); çok acı verici büyük bir azap sâdece onlara âittir.”
وَاُدْخِلَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْۜ تَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌ ﴿٢٣
23﴿ Ama (îmânsızların düştüğü bu sefil duruma karşılık) o kimseler ki; îmân etmiştirler ve (namaz, oruç, hac, zekât gibi) sâlih ameller işlemiştirler; (işte onlar köşklerinin ve ağaçlarının) altlarından sürekli nehirler akan çok değerli cennetlere, içerilerinde ebedî kalıcı kimseler olarak Rablerinin izni (emri ve muvaffak kılması) ile girdirilmiştir(ler). Onların oradaki (karşılaşmalar esnâsında, birbirlerine: “Güzel yaşam dileme” anlamında söyleyecekleri) tahiyyeleri (ise: “İstenmedik tüm şeylerden kurtuluş sizin üzerinize olsun” mânâsına gelen) “Selâm” (lafzı)dır. Son iki âyet-i kerîmede bahsi geçen olayların, henüz gerçekleşmemiş olmalarına rağmen, geçmişi ifâde eden mâzî sîğasıyla zikredilmeleri iki türlü îzâh edilmiştir:
a) Bu hâdiseler mutlaka gerçekleşecek olup, vâki olmamaları ise ihtimal dışı bulunduğundan, sanki olmuş bitmiş bir gerçek olarak açıklanmıştır.
b) Bu ifâde-i celîlelerin sâhibi olan Allâh-u Te‘âlâ için zaman mefhûmu geçerli olmadığından, bu olaylar, ne geçmiş ne de gelecek nazar-ı îtibâra alınmaksızın, zaman kaydından bağımsız olarak beyân edilmiştir. (el-Âlûsî)

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ ﴿٢٤
24﴿ (Habîbim!) Görmedin mi ki; Allâh (tevhîd kelimesi, İslâm dâveti ve Kur’ân gibi) çok güzel (ve makbul) olan bir kelimeye nasıl (güzel ve yerinde) bir örnek açıkladı?! (İşte o kelimeler) çok güzel (ve bereketli) bir ağaç (olan hurma) gibidir ki, onun kökleri (toprakta) sâbittir, dalları ise gök (cihetin)de (yükselmekte)dir.