v02.01.25 Geliştirme Notları
Nahl Sûresi
278
Cuz 14
103﴿ Andolsun; elbette muhakkak Biz bilmekteyiz ki, şüphesiz onlar (elçimize vahyi Bizim gönderdiğimizi inkâr ettikleri için): “(Kur’ân’ı) ona ancak bir beşer öğretmektedir” diyorlar. Oysa (lafı doğru mecrâsından çıkarıp) kendisine doğru melettikleri o (Âiş isimli) kişinin dili (Arapça’ya) yabancıdır. İşte (Bizim elçimizin okuduğu) bu (Kur’ân-ı Kerîm) ise, beyân sâhibi olan (fasîh ve belîğ) Arapça bir dil(le indirilmiş)dir.
104﴿ O kimseler ki Allâh’ın âyetlerine îmân etmiyorlar (bilakis onlar hakkında “Sihir”, “İftirâ” ve “Eskilerin masalları” gibi yakıştırmalar yapmaktadırlar), gerçekten de (kâfirliği seçmeye devâm ettikleri sürece) Allâh onları (cennet yoluna) hidâyet etmez. Çok acı verici büyük bir azap da özellikle onlar içindir.
105﴿ (Habîbim! O müşrikler sana: “Sen ancak bir uydurucusun!” diyorlar. Hâlbuki) yalanı ancak Allâh’ın âyetlerine îmân etmemekte olan o (sizin gibi şahsiyetsiz) kişiler uydurmaktadır. İşte sana! Ancak onlar yalan söyleyenlerin ta kendileridir. (Bu kişiler yalancılığı öyle bir âdet hâline getirmişlerdir ki, ne inançları, ne de şahsiyetleri onları bundan çeviremez. Dost-düşman herkes nezdinde güvenilirliği tescillenmiş olan ve “Emîn” vasfı kendisinin lakabı olan bir şahsın ise yalan ve iftirâ ile ne alâkası olabilir?!)
106﴿ Kim îmânından sonra Allâh’ı inkâr ederse (işte onlar çok büyük bir azapla karşılaşacaklardır). Lâkin kalbi îmânla iyice yatışmış (ve inancı hiçbir değişikliğe uğramamış) iken, (kâfirler tarafından şirk kelimesini telaffuza) mecbur bırakılan kimse müstesnâ! Fakat kim kâfirliğe gönül açmışsa, işte onlar üzerine Allâh’tan çok büyük bir gazap vardır. (Âhirette gerçekleşecek) çok büyük olan müthiş bir azap da özellikle onlar içindir. Bu âyet-i kerîme; Kureyş müşriklerinin, Ammâr (Radıyallâhu Anh) ile ana-babası Yâsir ve Sümeyye (Radıyallâhu Anhümâ)nın İslâm’dan dönmeye zorlamaları hakkında inmiştir. Onlar Sümeyye (Radıyallâhu Anhâ)yı iki deve arasına bağlayıp, tenâsül uzvuna sapladıkları bir mızrakla şehit etmiştiler, kocası Yâsir’i de ardı sıra şehit etmiştiler ki, bu ikisi İslâm’ın ilk şehitleri olmuştular. Bu durumu gören oğulları Ammâr (Radıyallâhu Anh) ise zorda kalarak, onların istediği inkâr kelimesini sâdece diliyle söyledi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e Ammâr’ın dinden çıktığı haberi ulaştığında: “Hayır! Ammâr, tepesinden tırnağına kadar îmân doludur, îmân onun etine ve kanına kadar işlemiştir” buyurdu, sonra ağlayarak yanına gelen Ammâr’ın gözlerini silip: “Bu sözü söylerken kalbini nasıl buldun?” diye sorduğunda, ondan: “Îmânla yatışmış bir hâlde” cevâbını alınca: “Sana bunda bir günah yoktur. Tekrar böyle bir durumla karşılaşırsan yine aynı sözü söyleyerek kendini kurtar” buyurdu. Ulemâ şöyle demiştir: “İnkâr kelimesini söylemeyi câiz kılan zorlanma durumu, rastgele tehditlerle gerçekleşmez, ancak ölüm, şiddetli dayak ve ateşte yakılma gibi çok acı verecek işkencelerle tehdit karşısında tahakkuk eder ki, yine de kişi, kâfirlerin istediği sözleri söylüyormuş gibi yaparak kinâyeli laflar sarf etmeye gayret etmelidir. Ama kendisine inkâr kelimesini açık bir ifâdeyle telaffuz etmesi dayatılan kişi, dilinin söylemiş olduğu söze kalbi inanmayarak o sözü telaffuz edebilir. Lâkin sabredip şehit edilse daha fazîletli olur. Nitekim sahtekâr Müseyleme’nin yakaladığı iki kişiden biri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in peygamberliğine inandığı gibi, onun da peygamber olduğunu tasdik edince serbest kalmış, diğeri ise Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nübüvvetini ikrâr etmesine rağmen, onun üç kere kendisi hakkındaki görüşünü sorması üzerine: “Ben sağırım” diye cevap verince şehit edilmiştir. Bu haber Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ulaştığında: “Birincisi Allâh’ın ruhsatıyla amel etmiştir, ama ikincisi hakkı haykırmıştır, (kavuştuğu mükâfât) ona mübârek olsun” buyurmuştur. (el-Beyzâvî, el-Hâzin, en-Nesefî, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr, 3/644)
107﴿ (Ey muhâtap!) İşte sana! Bu (îmânlarının ardından gönüllü olarak kâfirliği seçmeleri), şu sebepledir ki gerçekten onlar bu en âdî (dünyâ) hayâtı(nı) âhirete karşı tercih etmiştirler, bir de şu nedenledir ki muhakkak Allâh (îmâna yönelmedikleri sürece) kâfirler toplumunu (doğru yola) hidâyet etmez.
108﴿ (Ey mümin kişi!) İşte sana! Ancak onlar o kimselerdir ki; Allâh onların (doğru söze kulak vermediklerini ve özgür irâdeleriyle bâtılı seçtiklerini gördüğü için onların) kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin üzerine mühür basmıştır (bu nedenle de onlar hakkı anlama kābiliyetini kaybetmişlerdir). Yine işte sana! Ancak onlar, (işlerin âkıbetini düşünmeyen ve kâr-zarar gözetmeyen) gâfillerin ta kendileridir.
109﴿ Hayır! (Onların bu tercihleri aslâ yerinde değildir. Şu hakîkat) kesinleşti ki; şüphesiz ancak onlar (sermâyeleri olan hayatlarını, kendilerini sonsuz azâba uğratacak kötü inanç ve ameller uğrunda tükettiklerinden) âhirette zarara uğrayanların ta kendileridir.
110﴿ (Habîbim!) Sonra şüphesiz ki senin Rabbin, (dinden dönmeleri için) işkenceye mâruz bırakılmalarının ardından o (İslâm diyârına) hicret etmiş kimseler için, daha sonra da kendileri (kâfirlerle) cihat etmiş ve (o yolda çektikleri tüm zahmetlere) sabretmiş olanlar için; muhakkak ki senin Rabbin, bun(ca sayılan hicret, cihat ve sabır)ların(ın) ardından elbette (onların evvelce yaptıklarını çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur, (kendilerine çok acıyan bir) Rahîm’dir.
سُورَةُ النَّحْلِ
الجزء ١٤
٢٧٨
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٠٣
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١٠٤
اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ ﴿١٠٥
مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿١٠٦
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٠٧
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٠٨
لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٠٩
ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿١١٠
Nahl Sûresi
278
Cuz 14
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٠٣
103﴿ Andolsun; elbette muhakkak Biz bilmekteyiz ki, şüphesiz onlar (elçimize vahyi Bizim gönderdiğimizi inkâr ettikleri için): “(Kur’ân’ı) ona ancak bir beşer öğretmektedir” diyorlar. Oysa (lafı doğru mecrâsından çıkarıp) kendisine doğru melettikleri o (Âiş isimli) kişinin dili (Arapça’ya) yabancıdır. İşte (Bizim elçimizin okuduğu) bu (Kur’ân-ı Kerîm) ise, beyân sâhibi olan (fasîh ve belîğ) Arapça bir dil(le indirilmiş)dir.
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١٠٤
104﴿ O kimseler ki Allâh’ın âyetlerine îmân etmiyorlar (bilakis onlar hakkında “Sihir”, “İftirâ” ve “Eskilerin masalları” gibi yakıştırmalar yapmaktadırlar), gerçekten de (kâfirliği seçmeye devâm ettikleri sürece) Allâh onları (cennet yoluna) hidâyet etmez. Çok acı verici büyük bir azap da özellikle onlar içindir.
اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ ﴿١٠٥
105﴿ (Habîbim! O müşrikler sana: “Sen ancak bir uydurucusun!” diyorlar. Hâlbuki) yalanı ancak Allâh’ın âyetlerine îmân etmemekte olan o (sizin gibi şahsiyetsiz) kişiler uydurmaktadır. İşte sana! Ancak onlar yalan söyleyenlerin ta kendileridir. (Bu kişiler yalancılığı öyle bir âdet hâline getirmişlerdir ki, ne inançları, ne de şahsiyetleri onları bundan çeviremez. Dost-düşman herkes nezdinde güvenilirliği tescillenmiş olan ve “Emîn” vasfı kendisinin lakabı olan bir şahsın ise yalan ve iftirâ ile ne alâkası olabilir?!)
مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿١٠٦
106﴿ Kim îmânından sonra Allâh’ı inkâr ederse (işte onlar çok büyük bir azapla karşılaşacaklardır). Lâkin kalbi îmânla iyice yatışmış (ve inancı hiçbir değişikliğe uğramamış) iken, (kâfirler tarafından şirk kelimesini telaffuza) mecbur bırakılan kimse müstesnâ! Fakat kim kâfirliğe gönül açmışsa, işte onlar üzerine Allâh’tan çok büyük bir gazap vardır. (Âhirette gerçekleşecek) çok büyük olan müthiş bir azap da özellikle onlar içindir. Bu âyet-i kerîme; Kureyş müşriklerinin, Ammâr (Radıyallâhu Anh) ile ana-babası Yâsir ve Sümeyye (Radıyallâhu Anhümâ)nın İslâm’dan dönmeye zorlamaları hakkında inmiştir. Onlar Sümeyye (Radıyallâhu Anhâ)yı iki deve arasına bağlayıp, tenâsül uzvuna sapladıkları bir mızrakla şehit etmiştiler, kocası Yâsir’i de ardı sıra şehit etmiştiler ki, bu ikisi İslâm’ın ilk şehitleri olmuştular. Bu durumu gören oğulları Ammâr (Radıyallâhu Anh) ise zorda kalarak, onların istediği inkâr kelimesini sâdece diliyle söyledi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e Ammâr’ın dinden çıktığı haberi ulaştığında: “Hayır! Ammâr, tepesinden tırnağına kadar îmân doludur, îmân onun etine ve kanına kadar işlemiştir” buyurdu, sonra ağlayarak yanına gelen Ammâr’ın gözlerini silip: “Bu sözü söylerken kalbini nasıl buldun?” diye sorduğunda, ondan: “Îmânla yatışmış bir hâlde” cevâbını alınca: “Sana bunda bir günah yoktur. Tekrar böyle bir durumla karşılaşırsan yine aynı sözü söyleyerek kendini kurtar” buyurdu. Ulemâ şöyle demiştir: “İnkâr kelimesini söylemeyi câiz kılan zorlanma durumu, rastgele tehditlerle gerçekleşmez, ancak ölüm, şiddetli dayak ve ateşte yakılma gibi çok acı verecek işkencelerle tehdit karşısında tahakkuk eder ki, yine de kişi, kâfirlerin istediği sözleri söylüyormuş gibi yaparak kinâyeli laflar sarf etmeye gayret etmelidir. Ama kendisine inkâr kelimesini açık bir ifâdeyle telaffuz etmesi dayatılan kişi, dilinin söylemiş olduğu söze kalbi inanmayarak o sözü telaffuz edebilir. Lâkin sabredip şehit edilse daha fazîletli olur. Nitekim sahtekâr Müseyleme’nin yakaladığı iki kişiden biri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in peygamberliğine inandığı gibi, onun da peygamber olduğunu tasdik edince serbest kalmış, diğeri ise Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nübüvvetini ikrâr etmesine rağmen, onun üç kere kendisi hakkındaki görüşünü sorması üzerine: “Ben sağırım” diye cevap verince şehit edilmiştir. Bu haber Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ulaştığında: “Birincisi Allâh’ın ruhsatıyla amel etmiştir, ama ikincisi hakkı haykırmıştır, (kavuştuğu mükâfât) ona mübârek olsun” buyurmuştur. (el-Beyzâvî, el-Hâzin, en-Nesefî, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr, 3/644)
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٠٧
107﴿ (Ey muhâtap!) İşte sana! Bu (îmânlarının ardından gönüllü olarak kâfirliği seçmeleri), şu sebepledir ki gerçekten onlar bu en âdî (dünyâ) hayâtı(nı) âhirete karşı tercih etmiştirler, bir de şu nedenledir ki muhakkak Allâh (îmâna yönelmedikleri sürece) kâfirler toplumunu (doğru yola) hidâyet etmez.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٠٨
108﴿ (Ey mümin kişi!) İşte sana! Ancak onlar o kimselerdir ki; Allâh onların (doğru söze kulak vermediklerini ve özgür irâdeleriyle bâtılı seçtiklerini gördüğü için onların) kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin üzerine mühür basmıştır (bu nedenle de onlar hakkı anlama kābiliyetini kaybetmişlerdir). Yine işte sana! Ancak onlar, (işlerin âkıbetini düşünmeyen ve kâr-zarar gözetmeyen) gâfillerin ta kendileridir.
لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٠٩
109﴿ Hayır! (Onların bu tercihleri aslâ yerinde değildir. Şu hakîkat) kesinleşti ki; şüphesiz ancak onlar (sermâyeleri olan hayatlarını, kendilerini sonsuz azâba uğratacak kötü inanç ve ameller uğrunda tükettiklerinden) âhirette zarara uğrayanların ta kendileridir.
ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿١١٠
110﴿ (Habîbim!) Sonra şüphesiz ki senin Rabbin, (dinden dönmeleri için) işkenceye mâruz bırakılmalarının ardından o (İslâm diyârına) hicret etmiş kimseler için, daha sonra da kendileri (kâfirlerle) cihat etmiş ve (o yolda çektikleri tüm zahmetlere) sabretmiş olanlar için; muhakkak ki senin Rabbin, bun(ca sayılan hicret, cihat ve sabır)ların(ın) ardından elbette (onların evvelce yaptıklarını çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur, (kendilerine çok acıyan bir) Rahîm’dir.