v02.01.25 Geliştirme Notları
Kehf Sûresi
293
Cuz 15
5﴿ (Hâlbuki) bu (iftirâya kalkışarak Allâh-u Te‘âlâ’ya çocuk isnâdı)na dâir kendileri için hiçbir bilgi bulunmamaktadır, babaları (ve ataları) için de (bu konuda hiçbir bilgi) olmamıştır. (Bu söz ancak aşırı cehâletten, yanlış vehimlerden ve geçmişlerini körü körüne taklitten kaynaklanmıştır.) Ağızlarından çıkmakta olan bir söz olarak o ne (kadar) büyük (azapları gerektiren bir şey) olmuştur. (Böylece) onlar büyük bir yalandan başkasını söylememektedirler.
6﴿ (Habîbim!) Artık onlar işte bu (İlâhî) söz (olan Kur’ân-ı Kerîm)e îmân etmezlerse ola ki sen, onların izleri üzere (tâkipçi olup inanıp inanmadıklarını gözleyip kederlenerek) şiddetli bir üzüntüden dolayı kendini helâk edicisin?! (Sakın böyle yapma, onlar hakkındaki hükmü Bize havâle et.)
7﴿ Gerçekten de Biz yerin üzerinde bulunan şeyleri ona (ve kendisinde yaşayanlara) âit bir ziynet yaptık, tâ ki amel bakımından onların hangisi daha güzel (bir hayat sürecek)-dir (ve onlardan hangisinin dünyânın ziynetlerine karşı daha zâhid olup dünyâya aldanmayarak farzları yerine getireceğini, haramlardan sakınarak, teşvik edilen amelleri çokça işleyeceğini meydana çıkaralım) diye o (insa)nları imtihan (edenin muâmelesine tâbi) edelim.
8﴿ Ama muhakkak ki Biz (dünyânın ömrü nihâyete erdiği zaman) elbette onun üstünde olan şeyleri (bunca donanımından sonra) dümdüz ve bitkisiz (kupkuru) bir toprağa çeviricileriz. (O hâlde kullarımız onun geçici yeşilliğine ve süsüne aldanıp da âhireti unutmasınlar.)
9﴿ (Habîbim!) Yoksa sen Kehf ve Rakîm (adlı levhada isimleri yazılı bulunan mağara) ashâbının (uzun süre uyutulduktan sonra uyandırılmaları kıssasının), gerçekten Bizim (varlığımıza ve birliğimize delâlet eden) âyetlerimizden biri oldukları hâlde, çok şaşılacak bir şey olduğunu mu zannettin?! (Hâlbuki toprak üzerinde bulunan bu kadar sayısız cinsleri ve türleri tek bir maddeden, farklı farklı özelliklerde ve şekillerde yaratıp canlandırmak, sonra tekrar kurutup toprağa döndürmek, daha sonra da tekrar yeşertmek, elbette ki Ashâb-ı Kehf’in ilginç kıssasından çok daha dikkat çekicidir!)
10﴿ (Habîbim! Anlat) o zamânı ki o (zorba Dekyânûs tarafından şirke zorlanan fakat ona boyun eğmeyen) gençler (şehirde îmânlarını koruyamayacaklarını anlayınca) o mağaraya sığınmış ve: “Ey Rabbimiz! Kendi tarafından bize (mağfiret, bol rızık ve düşmandan emniyet kazandıracak) büyük bir rahmet ver ve (hicretle alâkalı bu tehlikeli) işimizden ötürü bizim için (selâmet sebeplerini hazırla ve) maksad(ımız)a tam (mânâsıyla) bir isâbet (etmemiz için gerekli vâsıtaları) hazırla” demişlerdi.
11﴿ Sonra Biz sayılı birçok seneler o mağarada onların kulakları üzerine (bir uyku perdesi) vurduk (ki bu nedenle onlar hiçbir sesten etkilenmeyecek şekilde yüzlerce sene uyudular).
12﴿ Sonra (da mağarada bulunan gençlerle, ayrıldıkları şehirde bulunanlardan) iki fırkadan hangisinin, (mağarada) durdukları o süreyi daha iyi (bilip) sayıcı olduğunu (tüm insanlara) açıklayalım diye onları (nice yıllar sonra o derin uykularından) uyandırdık.
13﴿ (İşte) Biz sana onların hak (ve hakîkat) ile iç içe olan ilginç haberini anlatmaktayız. Şüphesiz onlar birtakım gençlerdi ki; Rablerine (gerçekten) îmân etmiştiler, Biz de onların hidâyetini (ve İslâm’da sebât gücünü) artımıştık.
14﴿ Onlar (o zorba kralın putlara secde baskısı üzerine ona karşı) ayağa kalktıkları zaman Biz (vatandan, âileden ve maldan uzak kalmaya karşı) kalplerine kuvvet (ve sabır) vermiştik de bu sebeple onlar demişlerdi ki: “(Putlar bizim Rabbimiz olamaz.) Ancak Bizim Rabbimiz (her şeyin, özellikle de) göklerin ve yerin Rabbi (olan Allâh-u Zü’l-celâl)dir, biz O’ndan başka hiçbir ilâha aslâ ibâdet yapmayacağız. Andolsun ki; o takdirde muhakkak Biz (doğrudan) çok uzak bir söz söylemiş oluruz.
15﴿ Bizim (yanlış yoldaki) kavmimiz olan işte bunlar; O’n(u bırakıp O’n)dan başkasını birtakım ilâhlar hâline dönüştürdüler. Onlar(ın ilâh oldukları iddiâsın)a karşı çok açık olan güçlü bir delil getirebilseydiler ya! Artık kim (eş ve ortak isnâd ederek) Allâh’a karşı büyük bir yalan uydurmuş olandan daha zâlimdir?!” İbnü İshâk ve diğerlerinin nakline göre; İncîl ehli büyük günahlara bulaşıp putlara tapmaya başladığı sırada içlerinden bâzıları hak dinde sebât edebilmişti. O an için Rum diyârının hükümdârı olan Dekyânûs, Îsâ (Aleyhisselâm)ın dîni üzere sâbit kalanları tek tek aratıp buldurarak, puta tapmakla ölmek arasında seçim yapmaya zorluyordu. Bir kere o, Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı Tarsûs şehrine uğrayınca, îmân ehli gizlenmeye başladı. Fakat o, müfettişler salarak insanları huzûruna toplatıyordu. O bölgenin ileri gelenlerinden, Îsâ (Aleyhisselâm)ın dîni üzere olan birtakım delikanlılar bu durum karşısında ağlayıp duâ ederek Allâh-u Te‘âlâ’ya yalvardıkları sırada bekçiler onları yakalayıp o zorba hükümdârın karşısına çıkarttı. O onlara: “Siz niçin bizim putlarımız adına kurban kesmiyorsunuz?! Ya bunu yaparsınız, ya da öldürülürsünüz!” deyince onlar: “Bizim İlâhımız’ın azameti gökleri yerleri kaplamıştır, biz aslâ O’ndan başka kimseye ibâdet etmeyiz, sen bildiğini yap” dediler. Buna çok kızan hükümdâr üzerlerindeki süslü elbiselerin ve takıların çıkartılmasını emrettikten sonra: “Sizin cezânızı hemen verirdim ama gençliğinize bağışlıyorum ve size düşünmeniz için biraz süre tanıyorum” dedi. Kendisi de o sırada bir işi için başka bir vilâyete gitti. O arada istişâre yapan delikanlılar, evlerinden bir miktar azık alıp bir kısmını sadaka vermeye, diğerlerini de yanlarına almaya karar verdiler ve yakınlarında bulunan Bencilûs Dağı’ndaki bir mağaraya sığınma karârı aldılar. Yollarına çıkan bir köpek peşlerine düşünce onu defâatle kovmalarına rağmen yanlarından uzaklaşmadı ve sonunda dile gelerek: “Ben Allâh’ın sevdiklerini seviyorum, siz uyuyun, ben sizi beklerim” dedi. Onların mağaradaki amelleri namaz, oruç ve zikirden başka bir şey değildi. Yiyecek işlerine bakan Yemlîhâ her sabah kılık değiştirerek şehre gidip önemli ihtiyaçlarını temin eder ve olup biteni öğrenip onlara bildirirdi. Bir zaman böyle geçtikten sonra bir gün ağlayarak yanlarına geldiğinde, zorba hükümdârın döndüğünü ve onların babalarını sorguya çektiğini, onların da kurtulmak için: “Çocuklarımız bize isyân ettiler, mallarımızı da yağmalayıp dağa kaçtılar” dediklerini haber verince hep birlikte secdeye kapanarak Allâh-u Te‘âlâ’ya yalvarmaya başladılar, sonra güneş battığı sırada başlarını kaldırıp aralarında istişâre ederlerken Allâh-u Te‘âlâ onların üzerine bir uyku salıverdi. Köpekleri de kapıda uyuya kaldı. Hükümdâr onların yerini bulunca, ne yapacağına karar veremedi, sonunda Allâh-u Te‘âlâ onun kalbine mağaranın kapısını kapatarak onları ölüme terk etme fikrini getirdi. Çünkü Allâh-u Te‘âlâ hem bu şekilde onlara değer vermek, hem de onları ölümden sonra dirilmeye delâlet eden bir âyet yapmak istiyordu. Böylece hükümdâr o mağarayı onlara mezar yapmak üzere kapatma karârı aldı. Fakat Dekyânûs’un yakınlarından olup îmânlarını gizleyen iki kişi bu delikanlıların dinlerini, soylarını, sayılarını, kaybolma târihlerini ve kimden kaçtıklarını iki kurşun levhaya yazıp bir bakır tabuta koyarak mağaranın kapısına örülen duvarın içerisine yerleştirdiler ve: “Ola ki Allâh kıyâmet gününden önce mümin bir toplumu bunlardan haberdâr eder de, onlar da bu sâyede bu delikanlıların kıssalarını öğrenirler” diye düşündüler. Zamanla Dekyânûs da, adamları da öldüler, böylece yıllar ve asırlar geçti, krallar değişti. Derken o şehre Beydarûs isminde mübârek bir adam hükümdâr oldu. Fakat o zamanki toplum içerisinde kimisi dirilmeye inanıyor, kimisi de inkâr ediyordu. O kral insanların: “Dünyâ hayâtından başka yaşantı yoktur, dirilirse de cesetler değil, ancak ruhlar dirilir” gibi laflar sarf ettiklerini duyunca üzülüyor ve duâya sarılarak: “Yâ Rabbi! Sen bu insanların görüş ayrılıklarını bilmektesin, bir an evvel bunlara bir mûcize gönder de dirilmenin ve kıyâmetin hak olduğuna îmân etsinler” diye yalvarıyordu. Bunun üzerine Allâh-u Te‘âlâ o mağaranın yakınında yaşayan bir adamın kalbine mağaranın kapısındaki duvarı yıkıp onun taşlarıyla koyunlarına bir ağıl yapması fikrini getirdi. Adam da bunu uyguladı, mağaranın kapısı açılır açılmaz Allâh-u Te‘âlâ o delikanlıları uyandırdı. Böylece onlar sevinçli ve güleç yüzlü bir hâlde oturdular. Asırlar geçmesine rağmen Allâh-u Te‘âlâ bedenlerini, güzelliklerini ve şekillerini hiçbir şey değişmeksizin aynen korumuştu. Derken onlar açlıklarını hissederek Yemlîhâ’yı gıda temini için şehre gönderdiler. O, şehre vardığında oranın halkının, hükümdârının ve durumunun tamâmen değiştiğini görünce, sohbet ettiği bâzı kimseler onu alıp o mümin hükümdârın huzûruna çıkardılar. O, ona başlarından geçenleri anlatınca, huzurda bulunanlardan biri: “Ey millet! Bu durum, Allâh-u Te‘âlâ’nın âyetlerinden büyük bir âyet olabilir, hadi sen bizi götür de arkadaşlarını göster” dedi. Böylece hükûmet ricâli başta olmak üzere, küçük-büyük şehir halkının tamâmı mağaranın etrâfına geldiler. İki büyük yetkili en evvel yanlarına girdiler ve duvarın temelinde buldukları bakır tâbûtu açınca kıssalarının yazılı olduğu o iki kurşun levhaya ulaştılar. Onları okuyunca hayretler içinde kalarak, kendilerine dirilme husûsunda mûcize gösteren Allâh-u Te‘âlâ’ya hamdettiler. Sonra o mübârek hükümdâra: “Çabucak gelirseniz büyük bir âyet göreceksiniz, zîrâ üç yüz küsûr sene önce vefât etmiş olan birtakım delikanlıları Allâh-u Te‘âlâ’nın yeniden canlandırmış olduğunu müşâhede edeceksiniz” diye haber saldılar. Bu haberi alan hükümdâr bütün dertlerinden (ve milleti îmân ettirmek için çektiği sıkıntılardan) kurtularak Allâh-u Te‘âlâ’ya hamd-ü senâlarda bulunduktan sonra mağaraya doğru yola çıktı ve onları ziyâret ederek kucakladı. O sırada onlar tesbîh ve hamdle meşgul olarak toprak üzerinde oturuyorlardı. Böylece o hükümdârı Allâh’a emânet ettiler, koruma duâları yaptılar ve yattıkları yerlere dönerek yeniden uykuya daldılar. O sırada Allâh-u Te‘âlâ onları vefât ettirdi. Sonra hükümdâr her birinin altın bir tabuta konmasını emretti, fakat o gece rüyâsında ona: “Biz ne altından ne de gümüşten yaratılmadık, topraktan yaratıldık, sen bizi mağarada olduğumuz toprak üzerinde bırak ki Allâh bizi oradan diriltsin” dediler. O da onları ağaçtan bir tâbûta koydurdu, mağaranın kapısı üzerine de bir mescit yaptırdı ve her sene ziyâret edilmeleri için büyük bir bayram tertipledi. (el-Hâzin, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 4/84-90; es-Sâvî, 3/5-6; el-Âlûsî, 15/217-218)
سُورَةُ الْكَهْفِ
الجزء ١٥
٢٩٣
مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِاٰبَٓائِهِمْۜ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۜ اِنْ يَقُولُونَ اِلَّا كَذِبًا ﴿٥
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا ﴿٦
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا ﴿٧
وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًاۜ ﴿٨
اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ كَانُوا مِنْ اٰيَاتِنَا عَجَبًا ﴿٩
اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا ﴿١٠
فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَدًاۙ ﴿١١
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُٓوا اَمَدًا۟ ﴿١٢
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ ﴿١٣
وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا ﴿١٤
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍۜ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۜ ﴿١٥
Kehf Sûresi
293
Cuz 15
مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِاٰبَٓائِهِمْۜ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۜ اِنْ يَقُولُونَ اِلَّا كَذِبًا ﴿٥
5﴿ (Hâlbuki) bu (iftirâya kalkışarak Allâh-u Te‘âlâ’ya çocuk isnâdı)na dâir kendileri için hiçbir bilgi bulunmamaktadır, babaları (ve ataları) için de (bu konuda hiçbir bilgi) olmamıştır. (Bu söz ancak aşırı cehâletten, yanlış vehimlerden ve geçmişlerini körü körüne taklitten kaynaklanmıştır.) Ağızlarından çıkmakta olan bir söz olarak o ne (kadar) büyük (azapları gerektiren bir şey) olmuştur. (Böylece) onlar büyük bir yalandan başkasını söylememektedirler.
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا ﴿٦
6﴿ (Habîbim!) Artık onlar işte bu (İlâhî) söz (olan Kur’ân-ı Kerîm)e îmân etmezlerse ola ki sen, onların izleri üzere (tâkipçi olup inanıp inanmadıklarını gözleyip kederlenerek) şiddetli bir üzüntüden dolayı kendini helâk edicisin?! (Sakın böyle yapma, onlar hakkındaki hükmü Bize havâle et.)
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا ﴿٧
7﴿ Gerçekten de Biz yerin üzerinde bulunan şeyleri ona (ve kendisinde yaşayanlara) âit bir ziynet yaptık, tâ ki amel bakımından onların hangisi daha güzel (bir hayat sürecek)-dir (ve onlardan hangisinin dünyânın ziynetlerine karşı daha zâhid olup dünyâya aldanmayarak farzları yerine getireceğini, haramlardan sakınarak, teşvik edilen amelleri çokça işleyeceğini meydana çıkaralım) diye o (insa)nları imtihan (edenin muâmelesine tâbi) edelim.
وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًاۜ ﴿٨
8﴿ Ama muhakkak ki Biz (dünyânın ömrü nihâyete erdiği zaman) elbette onun üstünde olan şeyleri (bunca donanımından sonra) dümdüz ve bitkisiz (kupkuru) bir toprağa çeviricileriz. (O hâlde kullarımız onun geçici yeşilliğine ve süsüne aldanıp da âhireti unutmasınlar.)
اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ كَانُوا مِنْ اٰيَاتِنَا عَجَبًا ﴿٩
9﴿ (Habîbim!) Yoksa sen Kehf ve Rakîm (adlı levhada isimleri yazılı bulunan mağara) ashâbının (uzun süre uyutulduktan sonra uyandırılmaları kıssasının), gerçekten Bizim (varlığımıza ve birliğimize delâlet eden) âyetlerimizden biri oldukları hâlde, çok şaşılacak bir şey olduğunu mu zannettin?! (Hâlbuki toprak üzerinde bulunan bu kadar sayısız cinsleri ve türleri tek bir maddeden, farklı farklı özelliklerde ve şekillerde yaratıp canlandırmak, sonra tekrar kurutup toprağa döndürmek, daha sonra da tekrar yeşertmek, elbette ki Ashâb-ı Kehf’in ilginç kıssasından çok daha dikkat çekicidir!)
اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا ﴿١٠
10﴿ (Habîbim! Anlat) o zamânı ki o (zorba Dekyânûs tarafından şirke zorlanan fakat ona boyun eğmeyen) gençler (şehirde îmânlarını koruyamayacaklarını anlayınca) o mağaraya sığınmış ve: “Ey Rabbimiz! Kendi tarafından bize (mağfiret, bol rızık ve düşmandan emniyet kazandıracak) büyük bir rahmet ver ve (hicretle alâkalı bu tehlikeli) işimizden ötürü bizim için (selâmet sebeplerini hazırla ve) maksad(ımız)a tam (mânâsıyla) bir isâbet (etmemiz için gerekli vâsıtaları) hazırla” demişlerdi.
فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَدًاۙ ﴿١١
11﴿ Sonra Biz sayılı birçok seneler o mağarada onların kulakları üzerine (bir uyku perdesi) vurduk (ki bu nedenle onlar hiçbir sesten etkilenmeyecek şekilde yüzlerce sene uyudular).
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُٓوا اَمَدًا۟ ﴿١٢
12﴿ Sonra (da mağarada bulunan gençlerle, ayrıldıkları şehirde bulunanlardan) iki fırkadan hangisinin, (mağarada) durdukları o süreyi daha iyi (bilip) sayıcı olduğunu (tüm insanlara) açıklayalım diye onları (nice yıllar sonra o derin uykularından) uyandırdık.
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ ﴿١٣
13﴿ (İşte) Biz sana onların hak (ve hakîkat) ile iç içe olan ilginç haberini anlatmaktayız. Şüphesiz onlar birtakım gençlerdi ki; Rablerine (gerçekten) îmân etmiştiler, Biz de onların hidâyetini (ve İslâm’da sebât gücünü) artımıştık.
وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا ﴿١٤
14﴿ Onlar (o zorba kralın putlara secde baskısı üzerine ona karşı) ayağa kalktıkları zaman Biz (vatandan, âileden ve maldan uzak kalmaya karşı) kalplerine kuvvet (ve sabır) vermiştik de bu sebeple onlar demişlerdi ki: “(Putlar bizim Rabbimiz olamaz.) Ancak Bizim Rabbimiz (her şeyin, özellikle de) göklerin ve yerin Rabbi (olan Allâh-u Zü’l-celâl)dir, biz O’ndan başka hiçbir ilâha aslâ ibâdet yapmayacağız. Andolsun ki; o takdirde muhakkak Biz (doğrudan) çok uzak bir söz söylemiş oluruz.
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍۜ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۜ ﴿١٥
15﴿ Bizim (yanlış yoldaki) kavmimiz olan işte bunlar; O’n(u bırakıp O’n)dan başkasını birtakım ilâhlar hâline dönüştürdüler. Onlar(ın ilâh oldukları iddiâsın)a karşı çok açık olan güçlü bir delil getirebilseydiler ya! Artık kim (eş ve ortak isnâd ederek) Allâh’a karşı büyük bir yalan uydurmuş olandan daha zâlimdir?!” İbnü İshâk ve diğerlerinin nakline göre; İncîl ehli büyük günahlara bulaşıp putlara tapmaya başladığı sırada içlerinden bâzıları hak dinde sebât edebilmişti. O an için Rum diyârının hükümdârı olan Dekyânûs, Îsâ (Aleyhisselâm)ın dîni üzere sâbit kalanları tek tek aratıp buldurarak, puta tapmakla ölmek arasında seçim yapmaya zorluyordu. Bir kere o, Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı Tarsûs şehrine uğrayınca, îmân ehli gizlenmeye başladı. Fakat o, müfettişler salarak insanları huzûruna toplatıyordu. O bölgenin ileri gelenlerinden, Îsâ (Aleyhisselâm)ın dîni üzere olan birtakım delikanlılar bu durum karşısında ağlayıp duâ ederek Allâh-u Te‘âlâ’ya yalvardıkları sırada bekçiler onları yakalayıp o zorba hükümdârın karşısına çıkarttı. O onlara: “Siz niçin bizim putlarımız adına kurban kesmiyorsunuz?! Ya bunu yaparsınız, ya da öldürülürsünüz!” deyince onlar: “Bizim İlâhımız’ın azameti gökleri yerleri kaplamıştır, biz aslâ O’ndan başka kimseye ibâdet etmeyiz, sen bildiğini yap” dediler. Buna çok kızan hükümdâr üzerlerindeki süslü elbiselerin ve takıların çıkartılmasını emrettikten sonra: “Sizin cezânızı hemen verirdim ama gençliğinize bağışlıyorum ve size düşünmeniz için biraz süre tanıyorum” dedi. Kendisi de o sırada bir işi için başka bir vilâyete gitti. O arada istişâre yapan delikanlılar, evlerinden bir miktar azık alıp bir kısmını sadaka vermeye, diğerlerini de yanlarına almaya karar verdiler ve yakınlarında bulunan Bencilûs Dağı’ndaki bir mağaraya sığınma karârı aldılar. Yollarına çıkan bir köpek peşlerine düşünce onu defâatle kovmalarına rağmen yanlarından uzaklaşmadı ve sonunda dile gelerek: “Ben Allâh’ın sevdiklerini seviyorum, siz uyuyun, ben sizi beklerim” dedi. Onların mağaradaki amelleri namaz, oruç ve zikirden başka bir şey değildi. Yiyecek işlerine bakan Yemlîhâ her sabah kılık değiştirerek şehre gidip önemli ihtiyaçlarını temin eder ve olup biteni öğrenip onlara bildirirdi. Bir zaman böyle geçtikten sonra bir gün ağlayarak yanlarına geldiğinde, zorba hükümdârın döndüğünü ve onların babalarını sorguya çektiğini, onların da kurtulmak için: “Çocuklarımız bize isyân ettiler, mallarımızı da yağmalayıp dağa kaçtılar” dediklerini haber verince hep birlikte secdeye kapanarak Allâh-u Te‘âlâ’ya yalvarmaya başladılar, sonra güneş battığı sırada başlarını kaldırıp aralarında istişâre ederlerken Allâh-u Te‘âlâ onların üzerine bir uyku salıverdi. Köpekleri de kapıda uyuya kaldı. Hükümdâr onların yerini bulunca, ne yapacağına karar veremedi, sonunda Allâh-u Te‘âlâ onun kalbine mağaranın kapısını kapatarak onları ölüme terk etme fikrini getirdi. Çünkü Allâh-u Te‘âlâ hem bu şekilde onlara değer vermek, hem de onları ölümden sonra dirilmeye delâlet eden bir âyet yapmak istiyordu. Böylece hükümdâr o mağarayı onlara mezar yapmak üzere kapatma karârı aldı. Fakat Dekyânûs’un yakınlarından olup îmânlarını gizleyen iki kişi bu delikanlıların dinlerini, soylarını, sayılarını, kaybolma târihlerini ve kimden kaçtıklarını iki kurşun levhaya yazıp bir bakır tabuta koyarak mağaranın kapısına örülen duvarın içerisine yerleştirdiler ve: “Ola ki Allâh kıyâmet gününden önce mümin bir toplumu bunlardan haberdâr eder de, onlar da bu sâyede bu delikanlıların kıssalarını öğrenirler” diye düşündüler. Zamanla Dekyânûs da, adamları da öldüler, böylece yıllar ve asırlar geçti, krallar değişti. Derken o şehre Beydarûs isminde mübârek bir adam hükümdâr oldu. Fakat o zamanki toplum içerisinde kimisi dirilmeye inanıyor, kimisi de inkâr ediyordu. O kral insanların: “Dünyâ hayâtından başka yaşantı yoktur, dirilirse de cesetler değil, ancak ruhlar dirilir” gibi laflar sarf ettiklerini duyunca üzülüyor ve duâya sarılarak: “Yâ Rabbi! Sen bu insanların görüş ayrılıklarını bilmektesin, bir an evvel bunlara bir mûcize gönder de dirilmenin ve kıyâmetin hak olduğuna îmân etsinler” diye yalvarıyordu. Bunun üzerine Allâh-u Te‘âlâ o mağaranın yakınında yaşayan bir adamın kalbine mağaranın kapısındaki duvarı yıkıp onun taşlarıyla koyunlarına bir ağıl yapması fikrini getirdi. Adam da bunu uyguladı, mağaranın kapısı açılır açılmaz Allâh-u Te‘âlâ o delikanlıları uyandırdı. Böylece onlar sevinçli ve güleç yüzlü bir hâlde oturdular. Asırlar geçmesine rağmen Allâh-u Te‘âlâ bedenlerini, güzelliklerini ve şekillerini hiçbir şey değişmeksizin aynen korumuştu. Derken onlar açlıklarını hissederek Yemlîhâ’yı gıda temini için şehre gönderdiler. O, şehre vardığında oranın halkının, hükümdârının ve durumunun tamâmen değiştiğini görünce, sohbet ettiği bâzı kimseler onu alıp o mümin hükümdârın huzûruna çıkardılar. O, ona başlarından geçenleri anlatınca, huzurda bulunanlardan biri: “Ey millet! Bu durum, Allâh-u Te‘âlâ’nın âyetlerinden büyük bir âyet olabilir, hadi sen bizi götür de arkadaşlarını göster” dedi. Böylece hükûmet ricâli başta olmak üzere, küçük-büyük şehir halkının tamâmı mağaranın etrâfına geldiler. İki büyük yetkili en evvel yanlarına girdiler ve duvarın temelinde buldukları bakır tâbûtu açınca kıssalarının yazılı olduğu o iki kurşun levhaya ulaştılar. Onları okuyunca hayretler içinde kalarak, kendilerine dirilme husûsunda mûcize gösteren Allâh-u Te‘âlâ’ya hamdettiler. Sonra o mübârek hükümdâra: “Çabucak gelirseniz büyük bir âyet göreceksiniz, zîrâ üç yüz küsûr sene önce vefât etmiş olan birtakım delikanlıları Allâh-u Te‘âlâ’nın yeniden canlandırmış olduğunu müşâhede edeceksiniz” diye haber saldılar. Bu haberi alan hükümdâr bütün dertlerinden (ve milleti îmân ettirmek için çektiği sıkıntılardan) kurtularak Allâh-u Te‘âlâ’ya hamd-ü senâlarda bulunduktan sonra mağaraya doğru yola çıktı ve onları ziyâret ederek kucakladı. O sırada onlar tesbîh ve hamdle meşgul olarak toprak üzerinde oturuyorlardı. Böylece o hükümdârı Allâh’a emânet ettiler, koruma duâları yaptılar ve yattıkları yerlere dönerek yeniden uykuya daldılar. O sırada Allâh-u Te‘âlâ onları vefât ettirdi. Sonra hükümdâr her birinin altın bir tabuta konmasını emretti, fakat o gece rüyâsında ona: “Biz ne altından ne de gümüşten yaratılmadık, topraktan yaratıldık, sen bizi mağarada olduğumuz toprak üzerinde bırak ki Allâh bizi oradan diriltsin” dediler. O da onları ağaçtan bir tâbûta koydurdu, mağaranın kapısı üzerine de bir mescit yaptırdı ve her sene ziyâret edilmeleri için büyük bir bayram tertipledi. (el-Hâzin, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 4/84-90; es-Sâvî, 3/5-6; el-Âlûsî, 15/217-218)