v02.01.25 Geliştirme Notları
Kehf Sûresi
296
Cuz 15
28﴿ (Rasûlüm! Zengin müşriklerin uygunsuz tekliflerine aslâ iltifât etme. Bilakis sen) sabah-akşam (vakitlerinde) Rablerine, O’nun Zâtını(n rızâsını) arzuladıkları bir hâlde duâ etmekte bulunan (ve “Ashâb-ı Suffe” diye anılan) o (fakir) kimselerle birlikte kendini sâbit kıl(arak, onların meclisinden ayrılma)! (Sakın) sen o en alçak (dünyâ) hayât(ın)ın (geçici) ziynet(ler)ini arzu ederek, iki gözün bile onlardan aş(ıp da, kâfir müşriklerin tarafına bak)masın. Ayrıca o (Ümeyye ibnü Halef gibi sana fakirleri meclisinden kovmayı teklif eden) kimseye itâat etme ki; Biz onun kalbini zikrimizden gâfil kılmışızdır ve (bu sebeple) o, (isteklerine kavuşma uğrunda) kötü arzusuna tamâmen uymuştur, işi (gücü) de (hakkın sınırlarını çiğneyip) aşırı gitmek olmuştur /(zarar-)ziyan ve helâk/ israf (ve savurganlıktan ibâret) olmuştur/. Habbâb (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: Ekra‘ ibnü Hâbis et-Temîmî ve Uyeyne ibnü Hısn bir kere Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına geldiklerinde onu, Suheyb, Bilâl, Ammâr ve benim gibi fakir müminler arasında otururken görünce, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i tenhâ bir yere çekerek: “Biz senden bizim için özel bir meclis tertiplemeni istiyoruz ki, Araplar bununla bizim üstünlüğümüzü anlasınlar. Çünkü senin yanına Arap heyetleri gelip gidiyor, biz onların bizi bu kölelerle birlikte otururken görmelerinden utanç duyarız. Bu yüzden biz geldiğimizde sen onları yanından kaldır, sonra biz ayrılınca dilersen onlarla yine otur” dediler. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de: “Olur” buyurdu. Bu sefer onlar tekliflerinin kabûl edildiğine dâir bir yazı isteyince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) yazı yazması için Alî (Radıyallâhu Anh)ın bir sayfayla berâber gelmesini istedi. O sırada Cebrâîl (Aleyhisselâm) inerek: “Sabah-akşam Rablerinin rızâsını arzulayarak O’na duâ edenleri kovma” (el-En‘âm Sûresi:52) âyet-i kerîmesini indirdi. Daha sonra: “Âyetlerimize îmân eden o (fakir) kimseler sana geldikleri zaman (onlara): ‘Selâm sizlere! Rabbiniz rahmeti Kendi Zâtı adına yazdı’ de” (el-En‘âm Sûresi:54) âyet-i kerîmesini indirdi. Bu âyetler inince biz Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e o kadar yaklaştık ki, dizlerimizi onun dizlerine bitiştirir hâle geldik. Bu âyetlerden sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bizimle otururdu, kalkmak istediği zaman kalkıp giderdi. Daha sonra: “Rablerinin rızâsını arzulayarak sabah-akşam O’na duâ edenlerle birlikte kendini sâbit kıl” âyet-i kerîmesi nâzil olunca, biz Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile berâber otururken biz kalkmadan o kalkamaz hâle geldi. Böylece biz onun kalkacağı zamânı anlar ve ondan önce kalkardık. (İbnü Mâce, ez-Zühd:7, rakam:4127, 2/1382; et-Taberî, rakam:13261, 5/199) Selmân ve Habbâb (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edildiğine göre; bu âyet-i celîle indikten sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) fakir sahâbîlere: “O Allâh’a hamdolsun ki; beni öldürmeden önce ümmetim içerisinden, kendimi sürekli aralarında bulundurmamı emrettiği bir topluluk yarattı. Artık hayâtım da sizlerle berâberdir, ölümüm de sizlerle birlikte (iken) olacaktır” buyururdu. (el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 2/99; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 15/310)
29﴿ (Habîbim! Zikirden gâfil olan bu kişilere) de ki: “O (bana vahyolunan Kur’ân ve İslâm’ın getirdiği) hak, Rabbinizden (gelmiş)dir. (Nefislerinizin arzuladıkları ise haktan uzaktır. Rabbiniz buyuruyor ki:) Artık dileyen îmân etsin, isteyen de inkâr etsin. (Ben kimsenin îmânına muhtaç olmadığım gibi, kimsenin inkârından da zarar görmem. Ama şunu bilin ki) gerçekten Biz, o zâlimler için öyle büyük ve korkunç bir ateş hazırlamışızdır ki, onun duvarları/dumanları /alevleri/ kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Onlar (orada aşırı susuzluktan dolayı) yardım talep edecek olsalar, zeytin tortusu /eritilmiş mâden/ gibi öyle katı bir suyla yardım olunacaklardır ki (aşırı harâretinden dolayı) yüzleri(ni) kavuracak (ve derilerini koparacak)tır. O ne kötü bir içecek olmuştur! O(rası) da yaslanma (ve dinlenme) yeri olarak ne kötü olmuştur!
30﴿ Şüphesiz o kimseler ki (inanılması gereken tüm meselelere) îmân etmiştirler ve (namaz, oruç, hac, zekât gibi) sâlih ameller işlemiştirler; gerçekten (de) Biz ameli(ni) güzel yapmış olan o kimsenin (hayırlarını sevapsız bırakarak) mükâfâtını zâyi etmeyeceğiz.
31﴿ (Habîbim!) İşte sana! Onlar (öyle bahtiyar kimselerdir) ki, Adn cennetleri sâdece kendilerine âittir, (saraylarının) altlarından sürekli nehirler akmaktadır. Onlar orada takı olarak altından (yapılmış) bileziklerle süslendirilecektir ve onlar orada (inci ve yâkuttan mâmul) kubbeli gerdek odalarındaki (süslü tüllerle kapatılmış) döşekler üzerinde (dizilmiş yastıklara) yaslanan kimseler olarak, ince ve kalın ipekten (mâmul) yeşil yeşil elbise giyeceklerdir. (İşte) bu(nlar) ne güzel mükâfat olmuştur. O (cennet yurdu) da bir yaslanma (ve dinlenme) yeri olarak ne güzel olmuştur!”
32﴿ (Rasûlüm! Kâfir ve mümine) ilginç bir örnek olarak onlara iki adamı da açıkla ki; Biz onlardan birine türlü türlü asmalardan (oluşan) iki bağ vermiştik, o ikisini de pek değerli bir hurmalıkla çevrelemiştik, ikisinin arasında da çeşit çeşit ekinler yaratmıştık.
33﴿ O iki bostanın ikisi de ürünlerini (tastamam) vermiş ve ondan (elde edilecek ürünlerden) en ufak bir şey eksik bırakmamıştı. Ayrıca Biz o ikisi arasında geniş bir nehir akıtmıştık.
34﴿ Ayrıca (sayılanlar dışında) o (kâfir ola)na âit pek çok mal mevcuttu. Bu yüzden o (kibirlenerek) onunla (iftihâr edercesine) karşılıklı konuşurken arkadaşına: “Ben mal bakımından senden daha ziyâdeyim, aşîret bakımından da daha güçlüyüm” dedi. Atâ-i Horâsânî (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Geçmiş ümmetlerde iki kardeş vardı ki bunlar, babalarından mîras kalan sekiz bin dînârı eşit bir şekilde bölüştüler. Biri bin dînâra bir arsa alınca, diğeri: ‘Ey Allâh! Felan kişi bin dînâra bir toprak aldı, ben de Senden cennette bin dînâra bir arâzi alıyorum’ diyerek o parayı sadaka verdi. Sonra kardeşi bin dînâra bir ev yapınca o: ‘Ey Allâh! Felan kişi bin dînâra bir ev yaptı, ben de Senden cennette bin dînâra bir ev satın alıyorum’ diyerek o parayı tasadduk etti. Sonra kardeşi bir kadınla evlenip bin dînâr ona harcamada bulununca o: ‘Ey Allâh! Ben Senden cennet kadınlarından birini bin dînâra istiyorum’ deyip o meblağı da dağıttı. Daha sonra kardeşi bin dînâra hizmetçiler ve eşyâlar satın alınca o: ‘Ey Allâh! Ben de Senden bin dînâra cennette hizmetçiler ve mallar satın alıyorum’ diyerek kalan parayı da dağıttı. Fakat sonra çok şiddetli bir fakirliğe tutulunca kardeşine gidip ondan bir yardım istemeyi düşündü. Böylece yol üzerinde durmuş onu beklerken hizmetçileriyle ve adamlarıyla birlikte gelen kardeşi ona bakarak hâl hatır etti. O: ‘Senden sonra bana bâzı zarûretler isâbet etti, şimdi sana geldim belki bana bir iyiliğin dokunur’ deyince o: ‘Biz seninle malları bölüşmüştük, o kadar malı ne yaptın?’ diye sordu. O yaptıklarını anlatınca: ‘Sen de mi bu gibi şeylere inananlardansın?! Git, ben sana bir şey vermem’ diyerek onu kovdu. İşte bu âyet-i kerîmeler (32-44) bu iki adamın ilginç kıssasını insanlara beyân etmek üzere nâzil oldu.” (el-Hâzin, el-Beyzâvî, en-Nesefî)
سُورَةُ الْكَهْفِ
الجزء ١٥
٢٩٦
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا ﴿٢٨
وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَارًاۙ اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّرَابُۜ وَسَٓاءَتْ مُرْتَفَقًا ﴿٢٩
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ مَنْ اَحْسَنَ عَمَلًاۚ ﴿٣٠
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۜ نِعْمَ الثَّوَابُۜ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا۟ ﴿٣١
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِاَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ اَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًاۜ ﴿٣٢
كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْـًٔاۙ وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًاۙ ﴿٣٣
وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌۚ فَقَالَ لِصَاحِبِه۪ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَنَا۬ اَكْثَرُ مِنْكَ مَالًا وَاَعَزُّ نَفَرًا ﴿٣٤
Kehf Sûresi
296
Cuz 15
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا ﴿٢٨
28﴿ (Rasûlüm! Zengin müşriklerin uygunsuz tekliflerine aslâ iltifât etme. Bilakis sen) sabah-akşam (vakitlerinde) Rablerine, O’nun Zâtını(n rızâsını) arzuladıkları bir hâlde duâ etmekte bulunan (ve “Ashâb-ı Suffe” diye anılan) o (fakir) kimselerle birlikte kendini sâbit kıl(arak, onların meclisinden ayrılma)! (Sakın) sen o en alçak (dünyâ) hayât(ın)ın (geçici) ziynet(ler)ini arzu ederek, iki gözün bile onlardan aş(ıp da, kâfir müşriklerin tarafına bak)masın. Ayrıca o (Ümeyye ibnü Halef gibi sana fakirleri meclisinden kovmayı teklif eden) kimseye itâat etme ki; Biz onun kalbini zikrimizden gâfil kılmışızdır ve (bu sebeple) o, (isteklerine kavuşma uğrunda) kötü arzusuna tamâmen uymuştur, işi (gücü) de (hakkın sınırlarını çiğneyip) aşırı gitmek olmuştur /(zarar-)ziyan ve helâk/ israf (ve savurganlıktan ibâret) olmuştur/. Habbâb (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: Ekra‘ ibnü Hâbis et-Temîmî ve Uyeyne ibnü Hısn bir kere Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına geldiklerinde onu, Suheyb, Bilâl, Ammâr ve benim gibi fakir müminler arasında otururken görünce, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i tenhâ bir yere çekerek: “Biz senden bizim için özel bir meclis tertiplemeni istiyoruz ki, Araplar bununla bizim üstünlüğümüzü anlasınlar. Çünkü senin yanına Arap heyetleri gelip gidiyor, biz onların bizi bu kölelerle birlikte otururken görmelerinden utanç duyarız. Bu yüzden biz geldiğimizde sen onları yanından kaldır, sonra biz ayrılınca dilersen onlarla yine otur” dediler. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de: “Olur” buyurdu. Bu sefer onlar tekliflerinin kabûl edildiğine dâir bir yazı isteyince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) yazı yazması için Alî (Radıyallâhu Anh)ın bir sayfayla berâber gelmesini istedi. O sırada Cebrâîl (Aleyhisselâm) inerek: “Sabah-akşam Rablerinin rızâsını arzulayarak O’na duâ edenleri kovma” (el-En‘âm Sûresi:52) âyet-i kerîmesini indirdi. Daha sonra: “Âyetlerimize îmân eden o (fakir) kimseler sana geldikleri zaman (onlara): ‘Selâm sizlere! Rabbiniz rahmeti Kendi Zâtı adına yazdı’ de” (el-En‘âm Sûresi:54) âyet-i kerîmesini indirdi. Bu âyetler inince biz Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e o kadar yaklaştık ki, dizlerimizi onun dizlerine bitiştirir hâle geldik. Bu âyetlerden sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bizimle otururdu, kalkmak istediği zaman kalkıp giderdi. Daha sonra: “Rablerinin rızâsını arzulayarak sabah-akşam O’na duâ edenlerle birlikte kendini sâbit kıl” âyet-i kerîmesi nâzil olunca, biz Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile berâber otururken biz kalkmadan o kalkamaz hâle geldi. Böylece biz onun kalkacağı zamânı anlar ve ondan önce kalkardık. (İbnü Mâce, ez-Zühd:7, rakam:4127, 2/1382; et-Taberî, rakam:13261, 5/199) Selmân ve Habbâb (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edildiğine göre; bu âyet-i celîle indikten sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) fakir sahâbîlere: “O Allâh’a hamdolsun ki; beni öldürmeden önce ümmetim içerisinden, kendimi sürekli aralarında bulundurmamı emrettiği bir topluluk yarattı. Artık hayâtım da sizlerle berâberdir, ölümüm de sizlerle birlikte (iken) olacaktır” buyururdu. (el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 2/99; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 15/310)
وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَارًاۙ اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّرَابُۜ وَسَٓاءَتْ مُرْتَفَقًا ﴿٢٩
29﴿ (Habîbim! Zikirden gâfil olan bu kişilere) de ki: “O (bana vahyolunan Kur’ân ve İslâm’ın getirdiği) hak, Rabbinizden (gelmiş)dir. (Nefislerinizin arzuladıkları ise haktan uzaktır. Rabbiniz buyuruyor ki:) Artık dileyen îmân etsin, isteyen de inkâr etsin. (Ben kimsenin îmânına muhtaç olmadığım gibi, kimsenin inkârından da zarar görmem. Ama şunu bilin ki) gerçekten Biz, o zâlimler için öyle büyük ve korkunç bir ateş hazırlamışızdır ki, onun duvarları/dumanları /alevleri/ kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Onlar (orada aşırı susuzluktan dolayı) yardım talep edecek olsalar, zeytin tortusu /eritilmiş mâden/ gibi öyle katı bir suyla yardım olunacaklardır ki (aşırı harâretinden dolayı) yüzleri(ni) kavuracak (ve derilerini koparacak)tır. O ne kötü bir içecek olmuştur! O(rası) da yaslanma (ve dinlenme) yeri olarak ne kötü olmuştur!
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ مَنْ اَحْسَنَ عَمَلًاۚ ﴿٣٠
30﴿ Şüphesiz o kimseler ki (inanılması gereken tüm meselelere) îmân etmiştirler ve (namaz, oruç, hac, zekât gibi) sâlih ameller işlemiştirler; gerçekten (de) Biz ameli(ni) güzel yapmış olan o kimsenin (hayırlarını sevapsız bırakarak) mükâfâtını zâyi etmeyeceğiz.
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۜ نِعْمَ الثَّوَابُۜ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا۟ ﴿٣١
31﴿ (Habîbim!) İşte sana! Onlar (öyle bahtiyar kimselerdir) ki, Adn cennetleri sâdece kendilerine âittir, (saraylarının) altlarından sürekli nehirler akmaktadır. Onlar orada takı olarak altından (yapılmış) bileziklerle süslendirilecektir ve onlar orada (inci ve yâkuttan mâmul) kubbeli gerdek odalarındaki (süslü tüllerle kapatılmış) döşekler üzerinde (dizilmiş yastıklara) yaslanan kimseler olarak, ince ve kalın ipekten (mâmul) yeşil yeşil elbise giyeceklerdir. (İşte) bu(nlar) ne güzel mükâfat olmuştur. O (cennet yurdu) da bir yaslanma (ve dinlenme) yeri olarak ne güzel olmuştur!”
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِاَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ اَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًاۜ ﴿٣٢
32﴿ (Rasûlüm! Kâfir ve mümine) ilginç bir örnek olarak onlara iki adamı da açıkla ki; Biz onlardan birine türlü türlü asmalardan (oluşan) iki bağ vermiştik, o ikisini de pek değerli bir hurmalıkla çevrelemiştik, ikisinin arasında da çeşit çeşit ekinler yaratmıştık.
كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْـًٔاۙ وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًاۙ ﴿٣٣
33﴿ O iki bostanın ikisi de ürünlerini (tastamam) vermiş ve ondan (elde edilecek ürünlerden) en ufak bir şey eksik bırakmamıştı. Ayrıca Biz o ikisi arasında geniş bir nehir akıtmıştık.
وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌۚ فَقَالَ لِصَاحِبِه۪ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَنَا۬ اَكْثَرُ مِنْكَ مَالًا وَاَعَزُّ نَفَرًا ﴿٣٤
34﴿ Ayrıca (sayılanlar dışında) o (kâfir ola)na âit pek çok mal mevcuttu. Bu yüzden o (kibirlenerek) onunla (iftihâr edercesine) karşılıklı konuşurken arkadaşına: “Ben mal bakımından senden daha ziyâdeyim, aşîret bakımından da daha güçlüyüm” dedi. Atâ-i Horâsânî (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Geçmiş ümmetlerde iki kardeş vardı ki bunlar, babalarından mîras kalan sekiz bin dînârı eşit bir şekilde bölüştüler. Biri bin dînâra bir arsa alınca, diğeri: ‘Ey Allâh! Felan kişi bin dînâra bir toprak aldı, ben de Senden cennette bin dînâra bir arâzi alıyorum’ diyerek o parayı sadaka verdi. Sonra kardeşi bin dînâra bir ev yapınca o: ‘Ey Allâh! Felan kişi bin dînâra bir ev yaptı, ben de Senden cennette bin dînâra bir ev satın alıyorum’ diyerek o parayı tasadduk etti. Sonra kardeşi bir kadınla evlenip bin dînâr ona harcamada bulununca o: ‘Ey Allâh! Ben Senden cennet kadınlarından birini bin dînâra istiyorum’ deyip o meblağı da dağıttı. Daha sonra kardeşi bin dînâra hizmetçiler ve eşyâlar satın alınca o: ‘Ey Allâh! Ben de Senden bin dînâra cennette hizmetçiler ve mallar satın alıyorum’ diyerek kalan parayı da dağıttı. Fakat sonra çok şiddetli bir fakirliğe tutulunca kardeşine gidip ondan bir yardım istemeyi düşündü. Böylece yol üzerinde durmuş onu beklerken hizmetçileriyle ve adamlarıyla birlikte gelen kardeşi ona bakarak hâl hatır etti. O: ‘Senden sonra bana bâzı zarûretler isâbet etti, şimdi sana geldim belki bana bir iyiliğin dokunur’ deyince o: ‘Biz seninle malları bölüşmüştük, o kadar malı ne yaptın?’ diye sordu. O yaptıklarını anlatınca: ‘Sen de mi bu gibi şeylere inananlardansın?! Git, ben sana bir şey vermem’ diyerek onu kovdu. İşte bu âyet-i kerîmeler (32-44) bu iki adamın ilginç kıssasını insanlara beyân etmek üzere nâzil oldu.” (el-Hâzin, el-Beyzâvî, en-Nesefî)