v02.01.25 Geliştirme Notları
Kehf Sûresi
299
Cuz 15
54﴿ Andolsun ki; muhakkak Biz işte bu Kur’ân’da tüm insanlar için (müjde ve tehdit barındıran, geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve âhiret haberlerini ihtivâ eden konularla alâkalı çok ilginç ve güzel mânâlar barındırdığı için dillerde dolaşan) her bir mesel(i beyân eden hikmetli mânâlardan ve sözler)den nicesini türlü türlü (farklı ve etkili) şekillerle tekrar tekrar elbette iyice açıkladık. Ama (çekişme kābiliyetine sâhip olan bütün varlıkları tek tek sayacak olsan, onlar içerisinde) insan cinsi (boş yere) tartışma bakımından (yaratılışı îtibârıyla) varlıkların en fazlası olmuştur (hattâ onun mücâdelesi cinleri ve şeytanları bile geçmiştir). İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)nın beyânına göre; burada kastedilen insan, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden olan ve Kur’ân hakkında uzun süre tartışmalar yürüten Nadr ibnü’l-Hâris’tir. Übeyy ibnü Halef’in kastedildiği de söylenmiştir. Tabî ki bu isimler bir örnek olarak zikredilmiştir, yoksa yaratılmışlar içerisinde insandan daha tartışmacı bir varlık bulunmadığı konusu tartışmasızdır. Ancak bu tartışma vasfı, özellikle İslâm ve Kur’ân hakkındaysa, bu sıfatın kâfirlerde belirgin olduğu aşikârdır. Ama genel mânâda mücâdelecilik, insan neslinin her ferdinde mevcuttur. Nitekim Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bir gece Hazret-i Alî ve Fâtıma (Radıyallâhu Anhümâ)yı gece namazına kaldırmak için kapılarını çaldığında: “Siz namaz kılsanız ya” buyurunca, Alî (Radıyallâhu Anh): “Yâ Rasûlellâh! Ruhlarımız Allâh’ın tasarrufundadır, dilediğinde bizi uyandırır!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bu söze karşılık hiçbir şey söylemeden geri çekildi, ama giderken elini dizine vurarak: “İnsan, tartışmaya en çok düşkün olandır” (el-Buhârî, et-Teheccüd:5, rakam:1075, 1/379) âyetini okudu. (el-Hâzin)
55﴿ Ama kendilerine hidâyet(in ta kendisi olan peygamber ve Kur’ân) geldiği zaman insanların îmân etmelerine ve Rablerinden bağışlanma istemelerine ancak, önceki (kâfir)lerin (helâk edilmesi hakkında Allâh-u Te‘âlâ’nın, sürekli uygulamış olduğu ibret verici ilâhî kānun ve) sünnetinin kendilerine (de) gelmesi(ni beklemeleri) ya da azâbın onlara göz göre göre gelişi(ni ister gibi davranmaları) engel olmuştur. (Zîrâ bu kadar hakîkatler karşısında hâlâ îmâna gelmeyenlerin, hiçbir meşrû mâzeretleri bulunamaz. Demek ki onların tek engeli, başlarına gelecek ânî azâbı bekleyip durmalarıdır.)
56﴿ Ayrıca Biz rasûl gönderilenleri ancak (îmân edenleri) müjdeleyiciler ve (kâfirleri) korkutucular olarak elçi göndeririz. Ama o kâfir olmuş kimseler kendisi ile hakkı yerinden kaydırabilmeleri için (“Siz ancak bizim gibi birer insansınız, onun için peygamber olamazsınız”, “Allâh peygamber olarak melekler indirebilirken sizi niye göndersin” gibi) bâtıl (sözler) ile iç içe oldukları hâlde (hak ehli ile) mücâdelede bulunuyor. Zâten onlar Benim âyetlerimi ve korkutulmuş oldukları o (azapları bildiren) şeyleri bir eğlence (konusu) edinmiştirler.
57﴿ Zâten kim daha zâlimdir o kimseden ki; Rabbinin âyetleriyle kendisine nasîhat olunmuştur da, hemen onlardan yüz çevir(ip, hiç öğütlenme)miş ve iki elinin öne sürmüş olduğu (kâfirlik ve günahlar gibi azâbı gerektiren) şeyleri(n âkıbetinin ne kadar fecî olacağını) unutmuştur?! Şüphesiz ki Biz (o kâfirlerin sâhip oldukları duyuları, hakkı bulup hidâyete uyma yolunda kullanmadıklarını bildiğimiz için) o (senin okuduğu)nu iyice anlayamasınlar diye onların kalpleri üzerinde birçok perdeler, kulakları içerisine de büyük bir ağırlık (ve kuvvetli bir sağırlık) yaratmışızdır. Zâten sen onları hidâyete (ulaştıracak İslâm dînine) çağırsan da, artık bu durumda onlar (hayatları boyunca) ebediyyen hidâyet bulamazlar.
58﴿ (Habîbim!) Ancak senin Rabbin (çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur ve rahmet sâhibidir! Eğer O (Allâh-u Te‘âlâ), kazanmış oldukları (kötü) şeyler sebebiyle o (kâfir ola)nları (çarçabuk) yakala(mayı murâd etmiş ol)saydı, elbette onlara (dünyâda) azâbı acele verirdi. Doğrusu onlar(ın helâk edilmesi) için (dünyâda Bedir günü, âhirette ise kıyâmet günü gibi) vaad edilmiş bir zaman vardır ki; onlar onun dışında bir sığınak aslâ bulamayacaklardır.
59﴿ (Habîbim!) İşte sana! Bu (Âd ve Semûd karyeleri gibi nice) memleketler ki; (oraların halkı elçilerimizi inkâr ederek nefislerine) zulmettikleri zaman Biz onları helâk etmiştik. Zâten Biz onların helâk (edilmes)i için vaad edilmiş bir zaman tâyin etmiştik (ki, vakti geldiğinde onun ileri geri olması düşünülemezdi).
60﴿ (Habîbim!) o vakti de (ümmetine anlat) ki; Mûsâ, genç adamı (olan Yûşa‘ ibnü Nû)na: “Ben (Hızır isimli çok âlim birisiyle buluşmam için bana bildirilen) iki denizin birleşim yerine ulaşıncaya kadar durmayıp gideceğim yâhut uzun zaman yürüy(üp gid)eceğim” demişti. Âyet-i celîlede geçen: “İki denizin birleştiği yer”in tesbîti hakkında birkaç görüş varsa da Mûsâ (Aleyhisselâm)ın Benîisrâîl’i Mısır’dan çıkartmasının ardından tâkip ettiği Sînâ çölünün güzergâhı îtibârıyla en yakın görüş; Ürdün denizi diye tâbir edilen Akabe Körfezi ile Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan Süveyş Körfezi’nin birleştiği nokta olduğudur ki, haritada burası Mısır’ın Şeramü’ş-Şeyh şehrine bağlı bulunan Ra’s Muhammed mevkiine düşmektedir. (Cemâlüddîn Şerkāvî, Likāü Mûsâ Me‘a’l-Hadır, sh:47-48; Şevkî Ebû Halîl, Etlasü’l-Kur’ân, sh:83)
61﴿ Sonra o ikisi (yola koyulup, denizlerden) o ikisinin arasının birleştiği yere ulaştıkları zaman (yanlarında pişmiş olarak taşıdıkları) balıklarını(n canlanıp denize atladığı yerin Hızır (Aleyhisselâm) ile buluşma mekânları olduğunu bildikleri hâlde Yûşa‘ (Aleyhisselâm) balığın canlanıp denize atladığını Mûsâ (Aleyhisselâm)a söylemeyi, o da ona balığın durumunu sormayı unuttu, böylece) ikisi de unuttular. Böylece o (balık), denizdeki yolunu tünel gibi bir menfez edindi (de bir mûcize eseri olarak balığın suda gittiği güzergâh kapanmadı). Rivâyete göre; Kıptîlerin helâkinden sonra Mûsâ (Aleyhisselâm) İsrâîloğullarıyla birlikte Mısır’a yerleşince Rabbine: “En sevdiğin kulun kimdir?” diye sordu. Allâh-u Te‘âlâ: “Beni zikreden ve Beni hiç unutmayandır” buyurdu. O zaman: “Kullarının hangisi daha iyi hüküm vermektedir?” diye sorunca: “Nefsinin arzusuna uymayıp hak ile hükmedendir” buyurdu. “Kulların hangisi daha âlimdir?” deyince: “Hidâyete eriştirecek ya da helâkten kurtaracak bir kelime öğrenme ümîdiyle kendi ilmine insanların ilimlerini de katmak isteyendir” buyurdu. O zaman Mûsâ (Aleyhisselâm): “Yâ Rabbi! Kulların içerisinde benden daha âlim biri varsa onu bana tanıt” deyince Allâh-u Te‘âlâ: “Hızır kulumuz senden daha âlimdir” buyurdu. O: “Yâ Rabbi! Onu nerede arayayım?” diye sorunca Mevlâ Te‘âlâ: “Sâhilde kayanın yanında” buyurdu. Bu sefer o: “Yâ Rabbi! Ben onu nasıl bulayım?” deyince Mevlâ Te‘âlâ: “Bir balık alıp bir sepete koyarsın, onu nerede kaybedersen işte o oradadır” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ (Aleyhisselâm) kendisine hizmet eden ve ondan ilim öğrenen Yûşa‘ (Aleyhisselâm)ı yanına alarak yola çıktı ve ona: “Balığı kaybettiğin zaman bana haber ver” dedi. Yolculuk esnâsında Mûsâ (Aleyhisselâm) uyurken bir mûcize eseri pişmiş balık canlanıp kıpırdanarak denize sıçradı. Fakat Yûşa‘ (Aleyhisselâm) bunu Mûsâ (Aleyhisselâm)a söylemeyi unuttu. Sonra yorulup yemek isteyince mesele meydana çıktı. İzlerini süre süre geriye döndüklerinde kayanın yanında elbisesine bürünmüş bir zâtla karşılaştılar. Mûsâ (Aleyhisselâm) ona selâm verip kendini tanıtınca o ona: “Ey Mûsâ! Ben öyle bir ilim üzereyim ki, Allâh onu bana öğretmiştir, sen ise onu bilemezsin! Sen de öyle bir ilim üzeresin ki, Allâh onu sana öğretmiştir, ben de onu bilemem” dedi ve sonrasında âyet-i kerîmelerde (60-82) anlatılan olaylar cereyân etti. (en-Nesefî, el-Beyzâvî, el-Hâzin)
سُورَةُ الْكَهْفِ
الجزء ١٥
٢٩٩
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ اَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا ﴿٥٤
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا ﴿٥٥
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ وَيُجَادِلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَمَٓا اُنْذِرُوا هُزُوًا ﴿٥٦
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُۜ اِنَّا جَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدٰى فَلَنْ يَهْتَدُٓوا اِذًا اَبَدًا ﴿٥٧
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِۜ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَۜ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِه۪ مَوْئِلًا ﴿٥٨
وَتِلْكَ الْقُرٰٓى اَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِدًا۟ ﴿٥٩
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا ﴿٦٠
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا ﴿٦١
Kehf Sûresi
299
Cuz 15
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ اَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا ﴿٥٤
54﴿ Andolsun ki; muhakkak Biz işte bu Kur’ân’da tüm insanlar için (müjde ve tehdit barındıran, geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve âhiret haberlerini ihtivâ eden konularla alâkalı çok ilginç ve güzel mânâlar barındırdığı için dillerde dolaşan) her bir mesel(i beyân eden hikmetli mânâlardan ve sözler)den nicesini türlü türlü (farklı ve etkili) şekillerle tekrar tekrar elbette iyice açıkladık. Ama (çekişme kābiliyetine sâhip olan bütün varlıkları tek tek sayacak olsan, onlar içerisinde) insan cinsi (boş yere) tartışma bakımından (yaratılışı îtibârıyla) varlıkların en fazlası olmuştur (hattâ onun mücâdelesi cinleri ve şeytanları bile geçmiştir). İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)nın beyânına göre; burada kastedilen insan, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden olan ve Kur’ân hakkında uzun süre tartışmalar yürüten Nadr ibnü’l-Hâris’tir. Übeyy ibnü Halef’in kastedildiği de söylenmiştir. Tabî ki bu isimler bir örnek olarak zikredilmiştir, yoksa yaratılmışlar içerisinde insandan daha tartışmacı bir varlık bulunmadığı konusu tartışmasızdır. Ancak bu tartışma vasfı, özellikle İslâm ve Kur’ân hakkındaysa, bu sıfatın kâfirlerde belirgin olduğu aşikârdır. Ama genel mânâda mücâdelecilik, insan neslinin her ferdinde mevcuttur. Nitekim Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bir gece Hazret-i Alî ve Fâtıma (Radıyallâhu Anhümâ)yı gece namazına kaldırmak için kapılarını çaldığında: “Siz namaz kılsanız ya” buyurunca, Alî (Radıyallâhu Anh): “Yâ Rasûlellâh! Ruhlarımız Allâh’ın tasarrufundadır, dilediğinde bizi uyandırır!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bu söze karşılık hiçbir şey söylemeden geri çekildi, ama giderken elini dizine vurarak: “İnsan, tartışmaya en çok düşkün olandır” (el-Buhârî, et-Teheccüd:5, rakam:1075, 1/379) âyetini okudu. (el-Hâzin)
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا ﴿٥٥
55﴿ Ama kendilerine hidâyet(in ta kendisi olan peygamber ve Kur’ân) geldiği zaman insanların îmân etmelerine ve Rablerinden bağışlanma istemelerine ancak, önceki (kâfir)lerin (helâk edilmesi hakkında Allâh-u Te‘âlâ’nın, sürekli uygulamış olduğu ibret verici ilâhî kānun ve) sünnetinin kendilerine (de) gelmesi(ni beklemeleri) ya da azâbın onlara göz göre göre gelişi(ni ister gibi davranmaları) engel olmuştur. (Zîrâ bu kadar hakîkatler karşısında hâlâ îmâna gelmeyenlerin, hiçbir meşrû mâzeretleri bulunamaz. Demek ki onların tek engeli, başlarına gelecek ânî azâbı bekleyip durmalarıdır.)
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ وَيُجَادِلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَمَٓا اُنْذِرُوا هُزُوًا ﴿٥٦
56﴿ Ayrıca Biz rasûl gönderilenleri ancak (îmân edenleri) müjdeleyiciler ve (kâfirleri) korkutucular olarak elçi göndeririz. Ama o kâfir olmuş kimseler kendisi ile hakkı yerinden kaydırabilmeleri için (“Siz ancak bizim gibi birer insansınız, onun için peygamber olamazsınız”, “Allâh peygamber olarak melekler indirebilirken sizi niye göndersin” gibi) bâtıl (sözler) ile iç içe oldukları hâlde (hak ehli ile) mücâdelede bulunuyor. Zâten onlar Benim âyetlerimi ve korkutulmuş oldukları o (azapları bildiren) şeyleri bir eğlence (konusu) edinmiştirler.
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُۜ اِنَّا جَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدٰى فَلَنْ يَهْتَدُٓوا اِذًا اَبَدًا ﴿٥٧
57﴿ Zâten kim daha zâlimdir o kimseden ki; Rabbinin âyetleriyle kendisine nasîhat olunmuştur da, hemen onlardan yüz çevir(ip, hiç öğütlenme)miş ve iki elinin öne sürmüş olduğu (kâfirlik ve günahlar gibi azâbı gerektiren) şeyleri(n âkıbetinin ne kadar fecî olacağını) unutmuştur?! Şüphesiz ki Biz (o kâfirlerin sâhip oldukları duyuları, hakkı bulup hidâyete uyma yolunda kullanmadıklarını bildiğimiz için) o (senin okuduğu)nu iyice anlayamasınlar diye onların kalpleri üzerinde birçok perdeler, kulakları içerisine de büyük bir ağırlık (ve kuvvetli bir sağırlık) yaratmışızdır. Zâten sen onları hidâyete (ulaştıracak İslâm dînine) çağırsan da, artık bu durumda onlar (hayatları boyunca) ebediyyen hidâyet bulamazlar.
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِۜ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَۜ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِه۪ مَوْئِلًا ﴿٥٨
58﴿ (Habîbim!) Ancak senin Rabbin (çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur ve rahmet sâhibidir! Eğer O (Allâh-u Te‘âlâ), kazanmış oldukları (kötü) şeyler sebebiyle o (kâfir ola)nları (çarçabuk) yakala(mayı murâd etmiş ol)saydı, elbette onlara (dünyâda) azâbı acele verirdi. Doğrusu onlar(ın helâk edilmesi) için (dünyâda Bedir günü, âhirette ise kıyâmet günü gibi) vaad edilmiş bir zaman vardır ki; onlar onun dışında bir sığınak aslâ bulamayacaklardır.
وَتِلْكَ الْقُرٰٓى اَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِدًا۟ ﴿٥٩
59﴿ (Habîbim!) İşte sana! Bu (Âd ve Semûd karyeleri gibi nice) memleketler ki; (oraların halkı elçilerimizi inkâr ederek nefislerine) zulmettikleri zaman Biz onları helâk etmiştik. Zâten Biz onların helâk (edilmes)i için vaad edilmiş bir zaman tâyin etmiştik (ki, vakti geldiğinde onun ileri geri olması düşünülemezdi).
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا ﴿٦٠
60﴿ (Habîbim!) o vakti de (ümmetine anlat) ki; Mûsâ, genç adamı (olan Yûşa‘ ibnü Nû)na: “Ben (Hızır isimli çok âlim birisiyle buluşmam için bana bildirilen) iki denizin birleşim yerine ulaşıncaya kadar durmayıp gideceğim yâhut uzun zaman yürüy(üp gid)eceğim” demişti. Âyet-i celîlede geçen: “İki denizin birleştiği yer”in tesbîti hakkında birkaç görüş varsa da Mûsâ (Aleyhisselâm)ın Benîisrâîl’i Mısır’dan çıkartmasının ardından tâkip ettiği Sînâ çölünün güzergâhı îtibârıyla en yakın görüş; Ürdün denizi diye tâbir edilen Akabe Körfezi ile Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan Süveyş Körfezi’nin birleştiği nokta olduğudur ki, haritada burası Mısır’ın Şeramü’ş-Şeyh şehrine bağlı bulunan Ra’s Muhammed mevkiine düşmektedir. (Cemâlüddîn Şerkāvî, Likāü Mûsâ Me‘a’l-Hadır, sh:47-48; Şevkî Ebû Halîl, Etlasü’l-Kur’ân, sh:83)
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا ﴿٦١
61﴿ Sonra o ikisi (yola koyulup, denizlerden) o ikisinin arasının birleştiği yere ulaştıkları zaman (yanlarında pişmiş olarak taşıdıkları) balıklarını(n canlanıp denize atladığı yerin Hızır (Aleyhisselâm) ile buluşma mekânları olduğunu bildikleri hâlde Yûşa‘ (Aleyhisselâm) balığın canlanıp denize atladığını Mûsâ (Aleyhisselâm)a söylemeyi, o da ona balığın durumunu sormayı unuttu, böylece) ikisi de unuttular. Böylece o (balık), denizdeki yolunu tünel gibi bir menfez edindi (de bir mûcize eseri olarak balığın suda gittiği güzergâh kapanmadı). Rivâyete göre; Kıptîlerin helâkinden sonra Mûsâ (Aleyhisselâm) İsrâîloğullarıyla birlikte Mısır’a yerleşince Rabbine: “En sevdiğin kulun kimdir?” diye sordu. Allâh-u Te‘âlâ: “Beni zikreden ve Beni hiç unutmayandır” buyurdu. O zaman: “Kullarının hangisi daha iyi hüküm vermektedir?” diye sorunca: “Nefsinin arzusuna uymayıp hak ile hükmedendir” buyurdu. “Kulların hangisi daha âlimdir?” deyince: “Hidâyete eriştirecek ya da helâkten kurtaracak bir kelime öğrenme ümîdiyle kendi ilmine insanların ilimlerini de katmak isteyendir” buyurdu. O zaman Mûsâ (Aleyhisselâm): “Yâ Rabbi! Kulların içerisinde benden daha âlim biri varsa onu bana tanıt” deyince Allâh-u Te‘âlâ: “Hızır kulumuz senden daha âlimdir” buyurdu. O: “Yâ Rabbi! Onu nerede arayayım?” diye sorunca Mevlâ Te‘âlâ: “Sâhilde kayanın yanında” buyurdu. Bu sefer o: “Yâ Rabbi! Ben onu nasıl bulayım?” deyince Mevlâ Te‘âlâ: “Bir balık alıp bir sepete koyarsın, onu nerede kaybedersen işte o oradadır” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ (Aleyhisselâm) kendisine hizmet eden ve ondan ilim öğrenen Yûşa‘ (Aleyhisselâm)ı yanına alarak yola çıktı ve ona: “Balığı kaybettiğin zaman bana haber ver” dedi. Yolculuk esnâsında Mûsâ (Aleyhisselâm) uyurken bir mûcize eseri pişmiş balık canlanıp kıpırdanarak denize sıçradı. Fakat Yûşa‘ (Aleyhisselâm) bunu Mûsâ (Aleyhisselâm)a söylemeyi unuttu. Sonra yorulup yemek isteyince mesele meydana çıktı. İzlerini süre süre geriye döndüklerinde kayanın yanında elbisesine bürünmüş bir zâtla karşılaştılar. Mûsâ (Aleyhisselâm) ona selâm verip kendini tanıtınca o ona: “Ey Mûsâ! Ben öyle bir ilim üzereyim ki, Allâh onu bana öğretmiştir, sen ise onu bilemezsin! Sen de öyle bir ilim üzeresin ki, Allâh onu sana öğretmiştir, ben de onu bilemem” dedi ve sonrasında âyet-i kerîmelerde (60-82) anlatılan olaylar cereyân etti. (en-Nesefî, el-Beyzâvî, el-Hâzin)