ONDOKUZUNCU SÛRE-İ CELİLE
el-Meryem
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. Ancak İmam-ı Mukatil’e göre; secde âyeti olan 58. âyet-i kerîme, İmam-ı Süyûtî’nin nakline göre de; 71. âyet-i kerîme Medîne-i Münevvere’de nâzil olmuştur. 98 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
كٓهٰيٰعٓصٓۜ ﴿١﴾
﴾1﴿
Kâf! Hâ! Yâ! Ayn! Sâd! Müfessirler bu gibi hurûf-u mukatta‘anın tefsîrinde şöyle demişlerdir: (اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِمُرَادِهِ بِذٰلِكَ) “Bu harfler müteşâbih âyetlerden olduğu için bunlardan murâdının ne olduğunu ziyâdesiyle bilen ancak Allâh’tır.”
ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّاۚ ﴿٢﴾
﴾2﴿
(Habîbim! İşte sana okunmakta olan bu âyetler) senin Rabbinin, Zekeriyyâ kuluna merhamet (buyurarak, çocuk talebiyle ilgili duâsını kabul) ettiğin(de yaşanan hâdiseler)in açıklamasıdır.
اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا ﴿٣﴾
﴾3﴿
Hani o (Zekeriyyâ kulumuz yaşlı çağında çocuk talebinde bulunması hasebiyle insanlardan utandığı ve ne diyeceklerinden çekindiği için onlara duyurmaksızın) gizli bir nidâ ile Rabbine seslenmişti.
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّ۪ي وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَٓائِكَ رَبِّ شَقِيًّا ﴿٤﴾
﴾4﴿
Demişti ki: “Ey Rabbim! Muhakkak ki ben; kemikler gevşedi benden, o baş(ım) ise yaşlılıkla tutuştu (da böylece ihtiyarlık saçlarıma ak düşürüp kafamı parlattı). Ama ey Rabbim! Ben Sana duâ ile hiç(bir zaman) mahrum biri olmadım. (Bilakis bundan önce her duâ ettiğimde kabûl eserini gördüm. Bu yüzden Sen beni hep kabûle alıştırdın.)
وَاِنّ۪ي خِفْتُ الْمَوَالِيَ مِنْ وَرَٓاء۪ي وَكَانَتِ امْرَاَت۪ي عَاقِرًا فَهَبْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ ﴿٥﴾
﴾5﴿
Şüphesiz ki ben (ölümümden sonra) ardımdan gelecek (amcaoğullarım gibi) yakın akrabâ(mın Senin dînini bozmasın)dan endişelendim /ardımdan yönetime geçecek olanlar(ın yapacağı bozgunculuk)dan korktum/. Kadınım ise (bugüne kadar hiç doğurmamış) kısır biri olmuştur. (Artık isteğime icâbet ümîdi sâdece Senin fazl-u kereminden ve üstün gücünden beklenebilir.) O hâlde Sen (alışılagelen sebepleri devre dışı bırakarak) bana Kendi nezdinden (lütufta bulunarak dînî ve dünyevî işlerim için) iyi bir tâkipçi (olacak oğul) bahşet!
يَرِثُن۪ي وَيَرِثُ مِنْ اٰلِ يَعْقُوبَۗ وَاجْعَلْهُ رَبِّ رَضِيًّا ﴿٦﴾
﴾6﴿
Tâ ki o bana da vâris olsun, Ya‘kûb hânedânından bir kısmına da mîrasçı olsun. Ey Rabbim! Böylece Sen onu (hem inanç, hem de söz ve amel îtibârıyla Senin nezdinde) tam râzı olunmuş (takvâ sâhibi, sâlih) bir kimse yap.” Tefsîrlerde zikredildiğine göre; Zekeriyyâ (Aleyhisselâm)ın kendisine verilmesini istediği çocuk hakkında zikrettiği verâset vasfı, mal-mülk verâseti olmayıp, ancak peygamberlik ve âlimlik mîrâsıdır. Zîrâ peygamberlerin dînar ve dirhem mîrâs bırakmayıp ancak ilim mîrâsı bıraktıkları hadîs-i şerîflerde belirtilmiştir. Zâten Zekeriyyâ (Aleyhisselâm) gibi bir peygamberin, bırakacağı malını amcaoğullarının zâyi etmesinden korkması düşünülemez. Lâkin Zekeriyyâ (Aleyhisselâm), İsrâîloğullarının, peygamberleri öldürdüklerini ve dînin hükümlerini değiştirdiklerini görünce, akrabâsının da kendinden kalacak olan ilmi muhâfaza edemeyeceklerinden endişelenerek Allâh-u Te‘âlâ’dan, kendisine güvenip ümmetini emânet edebileceği sâlih bir çocuk isteğinde bulundu. Fakat kendisi yüz yirmi yaşında bir pîr-i fânî, hanımı da o güne kadar hiç doğurmamış ve doksan sekiz yaşına ulaşmış bir nene olduğu için Allâh-u Te‘âlâ’nın, kendisine bu çocuğu lütfedeceği zaman bir alâmet belirtmesini talep etti. Allâh-u Te‘âlâ da ona hiç günah işlemeyecek, hattâ günah işlemeyi aklından dahî geçirmeyecek pek mübârek bir çocuk bağışlayacağını vaad etti ve bunun alâmeti olarak da, kendisinin hiçbir sebep bulunmaksızın üç gün üç gece hiç konuşamayacağını, ancak merâmını işâretle anlatabileceğini fakat zikretmek istediğinde dilinin açılacağını beyân etti. İşte böylece Allâh-u Te‘âlâ ile aralarındaki konuşmalar daha sonra gelecek âyet-i kerîmelerde zikredildiği üzere cereyân etti. (el-Hâzin, el-Beyzâvî, Mecmû‘atü’t-tefâsîr, 4/147; Tefsîru’l-Celâleyn, 1/397)
يَا زَكَرِيَّٓا اِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍۨ اسْمُهُ يَحْيٰىۙ لَمْ نَجْعَلْ لَهُ مِنْ قَبْلُ سَمِيًّا ﴿٧﴾
﴾7﴿
(Bunun üzerine Biz onun duâsına icâbet vaadinde bulunmak üzere şöyle buyurduk:) “Ey Zekeriyyâ! Şüphesiz Biz seni bir oğulla müjdelemekteyiz ki adı Yahyâ (olacak)dır. Biz daha önce ona hiçbir (kimseyi) adaş yapmadık.”
قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي غُلَامٌ وَكَانَتِ امْرَاَت۪ي عَاقِرًا وَقَدْ بَلَغْتُ مِنَ الْكِبَرِ عِتِيًّا ﴿٨﴾
﴾8﴿
(Bu müjdeyi alan Zekeriyyâ (Aleyhisselâm)) dedi ki: “Ey Rabbim! Benim için bir oğul nasıl (ve ne şekil) olacak?! Oysa benim kadınım (önceden beri) bir kısır olmuştur, gerçekten de ben yaşlılıktan dolayı (eklem ve kemiklerim îtibârıyla evlât sâhibi olmaktan ümit kestirecek şekilde) kuruluğa ulaş(tığım için çocuktan ümitsiz kal)mışımdır. (Şimdi ben ve eşim bu durumdayken mi bir çocuk sâhibi olacağız, yoksa gençlik çağımıza mı döndürüleceğiz?!)”
قَالَ كَذٰلِكَۚ قَالَ رَبُّكَ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَقَدْ خَلَقْتُكَ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ تَكُ شَيْـًٔا ﴿٩﴾
﴾9﴿
O(na müjdeyi getiren Cibrîl (Aleyhisselâm)) dedi ki: “İşte sana! (Rabbinin işi) böylece (hârikulâde gerçekleşmekte)dir. Rabbin: ‘O (istediğin erkek çocuğu vermek) Bana göre çok kolay bir şeydir. Daha önce sen (adı sanı bilinen) bir şey değilken gerçekten seni de Ben yaratmıştım’ buyurdu.”
قَالَ رَبِّ اجْعَلْ ل۪ٓي اٰيَةًۜ قَالَ اٰيَتُكَ اَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلٰثَ لَيَالٍ سَوِيًّا ﴿١٠﴾
﴾10﴿
O (Zekeriyyâ (Aleyhisselâm)): “Ey Rabbim! Benim (hanımımın hâmile kaldığını anlamam) için bir alâmet belirle” dedi. O (Allâh-u Te‘âlâ da): “Senin alâmetin, (kendinde sağırlık ve dilsizlik gibi hiçbir hastalık bulunmayıp) sen sapasağlam biri iken (üç gün) üç gece insanlarla konuşamamandır” buyurdu.
فَخَرَجَ عَلٰى قَوْمِه۪ مِنَ الْمِحْرَابِ فَاَوْحٰٓى اِلَيْهِمْ اَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيًّا ﴿١١﴾
﴾11﴿
Derken o (Zekeriyyâ kulumuz), (namaz kıldığı) mihraptan (kendisini namaz için bekleyen) kavmine karşı (rengi değişik ve konuşmaktan âciz bir hâlde) çıktı ve akabinde: “Her gün başında ve her gün sonunda (namaz kılarak Rabbinizi) tesbîh (ve tenzîh) edin” diye onlara (parmağıyla) işârette bulundu..