v02.01.25 Geliştirme Notları
Nûr Sûresi
352
Cuz 18
28﴿ Ama eğer onlarda (size cevap verecek) hiçbir kimse bulamazsanız artık (sâhibi tarafından) size izin verilinceye kadar onlara girmeyin. Eğer size: “Geri dönün (ev müsâit değil)” denilirse (ısrarcı olmayıp) geri dönün, (zîrâ) o (şekilde milletin kapılarında inadına beklemenizdense, kimseyi rahatsız etmeyip dönmeniz) sizin (rezil duruma düşmemeniz) için daha temiz(lik ifâde eden bir hareket)dir. Zâten Allâh yapmakta olduğunuz şeyleri(n tümünü hakkıyla bilen bir) Alîm’dir.
29﴿ (Belli kesimler tarafından) meskûn olmayan, içerlerinde de sizin için (soğuktan sıcaktan korunma ve eşyânızı yerleştirme gibi) bir faydalanma (hakkı) bulunan (tekke, kervansaray, han, hamam gibi) birtakım evlere (izinsiz) girmenizde sizin üzerinize hiçbir günah yoktur. Zâten Allâh sizin (etkisi ortalıkta görünen bozgunculuk gibi) açıkça gösterir olduğunuz şeyleri de, (birtakım mahrem şeyleri görme arzusu gibi) gizler olduğunuz (kötü) şeyleri de bilmektedir.
30﴿ (Habîbim! İşte sana!) Îmânlı erkeklere de ki; (haramlara karşı) gözlerini yumsunlar (da sâdece helâllere baksınlar) ve tenâsül uzuvlarını (zinâ ve livâta gibi haramlardan) korusunlar. İşte sana! (Günahlara düşüp kirlenmelerindense) bu (şekilde nezih davranmaları) kendileri için daha temiz(lik ifâde eden bir hareket)dir. Muhakkak Allâh onların (kime bakmakta ve ne) yapmakta olduklarını(n görünen-görünmeyen tüm yönlerini hakkıyla bilen bir) Habîr’dir.
31﴿ (Habîbim!) Îmânlı kadınlara da de ki; (erkeklerin ve kadınların avret yerlerine bakmaktan) gözlerini yumsunlar ve tenâsül uzuvlarını (zinâdan ve şehvetle birbirine sürtünmeden) korusunlar. (Örf ve âdete göre, zorunlu olarak) kendilerinden görünen (yüz ve yüzük veyâ kınanın bulunduğu el)ler dışında (örtünmesi gereken bilezik, halhal, küpe ve gerdanlık gibi) ziynet (mahalleri olan bedenlerinin diğer yer)lerini açığa çıkarmasınlar. Ayrıca (câhiliyet devrinde olduğu gibi) örtülerini (arka taraflarına değil de, gerdanlarını, göğüslerini ve tüm bedenlerini kapatacak ve şekil belli etmeyecek şekilde) başlarından doğru yakaları üzere atsınlar. (Gizlemeleri gereken) ziynet (yer)lerini (hiçbir kimseye göstermek için) açığa çıkarmasınlar; ancak kocalarına veyâ babalarına yâhut kocalarının babalarına ya da oğullarına veyâ kocalarının (başka hanımlarından olan) oğullarına yâhut erkek kardeşlerine ya da erkek kardeşlerinin oğullarına veyâ kız kardeşlerinin oğullarına (ya da amca ve dayıları gibi müebbet mahremlerine) yâhut kendi(leri gibi îmânlı ve hür) kadınlarına ya da (kâfir de olsalar câriyelerden) sağ ellerinin mâlik bulunduğu şeylere veyâ (kadını erkekten ayıramayacak derecede bunak veyâ ahmak) erkeklerden (kadınla cinsel ilişkiye karşı) ihtiyaç sâhibi olmadıkları hâlde (sâdece arta kalan yemekler için) peşe takılanlara yâhut kadınların avret (yer)lerinden haberleri olmaya(cak kadar küçük ola)n o çocuklara (göstermeleri) müstesnâ! Bir de o (kadı)nlar (halhal gibi) gizlemekte oldukları o ziynetleri bilinsin (de kendilerine meyledilsin) diye ayaklarıyla da (yere) vurmasınlar! Ey müminler! (Hepiniz) bir araya gelici olduğunuz hâlde Allâh’a tevbe edin! Tâ ki siz (iki cihan saâdetine kavuşarak) felâha erebilesiniz! Hanefî mezhebinde; yüz ve eller avret değilse de bunlara şehvetle bakılması haramdır. Dolayısıyla kadının, kendisine şehvetle bakılacağına dâir en ufak bir endişesi bulunması hâlinde bu uzuvlarını yabancı erkeklere göstermesi câiz olmaz. Özellikle fitne kaynayan zamânımızda şehvetle bakanla bakmayanı ayırt edebilmek her kadının her an tespit edebileceği bir şey olmadığından; kocaları ve mahremleri dışındakilere bu uzuvlarını, hele de câzibe merkezi olan yüzlerini göstermemeleri en uygun olandır! Nitekim Osmanlı’nın son döneminin mûteber fıkıh kitaplarından Ni‘met-i İslâm isimli eserde şöyle zikredilmektedir: “Kadınların yüzlerinin, ellerinin ve ayaklarının avret olmadığı hükmü namazdaki setr-i avretle alâkalıdır yoksa yabancı erkeklere görünmekle ilgili değildir. Dolayısıyla (doktora muâyene gibi bir) zarûret olmadıkça sokakta yüzü (tamâmen) açmak veyâ eteğini örtüden çıkartmak (elbisesini göstermek) şerîatın emrine muhâliftir.” (sh:114) Burada geçen “Humur” kelimesinin; günümüzdeki türban ve çene altında düğümlenen başörtülerle terceme edilmesi, bu konuda sahâbe ve seleften gelen görüşlere ters düşmektedir. Zîrâ bu husustaki rivâyetler; bu kelimenin, baştan aşağı tüm bedeni örtecek “Çâr, çarşaf ve ferâce” gibi örtülerden ibâret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu gibi yerlerde sahâbe ve seleften gelen rivâyetler göz ardı edilerek sâdece lügate bakılıp mânâ verilemez. Zîrâ Kur’ân’ın tefsîrini en iyi bilenler hiç şüphesiz ki vahyin nüzûlüne şâhit olan ve kastedilen mânâları ilk ağızdan alan sahâbe topluluğu ile onlardan istifâde eden tâbi‘în zümresidir. Âişe (Radıyallâhu Anhâ) bu âyetin tefsîrinde şöyle buyurmuştur: “Allâh muhâcirlerin hanımlarına rahmet etsin. (Onlar Kur’ân’ın emirleriyle amel etmekte o kadar ileriydiler ki) Allâh-u Te‘âlâ: ‘Örtülerini başlarından doğru yakaları üzere atsınlar’ âyetini indirince, onlar hemen çarşaf gibi büyük örtüleri başlarına geçirecek şekilde yarıp onlarla örtündüler. Ensar kadınlarının kocaları kendilerine bu âyeti okuduklarında ise; Kur’ân’a onlardan daha kuvvetli inanan görmedim. Her biri kalkıp büyük çarşaflara dolandılar ve sabah namazına o vaziyette çıktılar.” (el-Buhârî, et-Tefsîr:251, rakam:4480-81, 4/1782-1783; İbnü Hacer, Fethu’l-Bârî, et-Tefsîr, rakam:4758-59, 8/347-348) Bu sahih rivâyetlerden açıkça anlaşıldığı üzere; bu âyet-i kerîmeyle amel eden sahâbe hanımlarından hiçbiri sâdece başını örtecek şekilde bir örtü şekli edinmemiş, bilakis büyük çarşafların kenarlarını düzelterek ve baş geçirecek yeri yararak tüm bedenlerini kaplayacak şekilde tesettüre bürünmüşlerdir. Nitekim bu rivâyetlerde geçen “Murût” ve “Üzur” kelimelerinin müfretleri olan “Mırt” ve “İzâr” kelimeleri; lügatlarda “Çarşaf” anlamına gelen “Mülâe” kelimesiyle tefsir edilmiştir. Zâten burada geçen “Humur” kelimesinin müfredi olan “Hımâr” kelimesi de büyük müfessir Âlûsî (Rahimehullâh) gibi birçok ulemâ tarafından; çâr, çarşaf, ferâce gibi tüm bedeni kaplayan büyük örtü anlamına gelen “Mıkne‘a” kelimesiyle açıklanmıştır. Dolayısıyla lügata doğru bakanlar da, bu kelimenin, günümüzde bilinen başörtüsü anlamına gelmediğini yakînen anlayacaklardır. Kur’ân âyetleri birbiriyle aslâ çelişmeyip, hepsi de birbirini tasdik ve tefsir ettiğine göre; Ahzâb Sûresi’nin 59. âyetinde “Cilbâb” emredilirken, burada sâdece başörtüsünün emredilmiş olduğunu iddiâ etmek anlaşılacak bir şey değildir. Nitekim o âyette geçen “Cilbâb” kelimesi de; burada olduğu gibi, İbnü Abbâs ve İbnü Cübeyr (Radıyallâhu Anhüm) tarafından: “Tepeden tırnağa tüm bedeni örten çarşaf” anlamına gelen “Mıkne‘a” ve “Milhafe” lafızlarıyla tefsir edilmiştir. (et-Taberî, rakam:25977-78, 9/306; İbnü Kesîr, 10/218-219; el-Âlûsî, 18/142, 22/88) Şu kadar var ki; orada hür kadınların câriyelerden ayrılması hikmetine binâen “Cilbâblarını üzerlerine çeksinler” buyrulmuş, burada ise; çarşafın üst kısmının, göğüs bölgesi açıkta kalacak şekilde sırt tarafına atılması sûretinde vâki olan câhiliyet uygulamasını iptal için: “Çarşaflarını başlarından ağrı geriye doğru değil de aksine yakaları üzerine atsınlar” buyrulmuştur. Dolayısıyla burada “İsti‘lâ (üzerine alma)” mânâsında vârid olan (عَلٰى) harf-i cerrini, “İntihâ-yı gâye (son hudûdu bildirme)” mânâsı için olan (إِلٰى) harf-i cerriyle karıştırarak: “Yakalarına kadar başörtülerini indirsinler” mânâsını tercih etmek aslâ câiz değildir. Bilakis doğru mânâ: “Çarşaflarını başlarından îtibâren, yakalarının üzerini tamâmen örtecek şekilde aşağı doğru atsınlar” şeklindedir. Nitekim Ömer Nasûhî Bilmen Efendi, tefsirli meâlinde buraya: “Çarşaflarını başları üzerine örtsünler” diye mânâ vermiştir. Konyalı Mehmed Vehbî Efendi de Hülâsatü’l-Beyân nâmındaki tefsirinin meâlinde: “Çarşaflarını yanları üzerine vaz etsinler” mânâsının îzâhında: “Bu âyet-i kerîmeden açıkça anlaşılan hüküm; üzerlerine çarşaf örtünmeleridir” demiştir. İşte bu müfessirler isâbetli mânâya muvaffak kılınmışlardır. Şu bilinsin ki; burada sâdece “Humur” kelimesiyle yetinilip, “Yakaları üzerine” buyrulmasaydı, kimilerinin, sahâbe hanımlarının tatbîkātından sarf-ı nazar ederek, bâzı lügatlerde buldukları “Sâdece başı örten şey” mânâsını öne çıkarmalarının bir anlamı olabilirdi. Lâkin “Yakaları üzerine” ifâdesi, bunun baş ile sınırlanmayıp, çarşafın üst kısmından bahsettiğini açıkça ortaya koymaktadır.
سُورَةُ النُّورِ
الجزء ١٨
٣٥٢
فَاِنْ لَمْ تَجِدُوا ف۪يهَٓا اَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتّٰى يُؤْذَنَ لَكُمْۚ وَاِنْ ق۪يلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ اَزْكٰى لَكُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ ﴿٢٨
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ مَسْكُونَةٍ ف۪يهَا مَتَاعٌ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ ﴿٢٩
قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْۜ ذٰلِكَ اَزْكٰى لَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ ﴿٣٠
وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ اَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ اِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلٰى جُيُوبِهِنَّۖ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ اِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ اَوْ اٰبَٓائِهِنَّ اَوْ اٰبَٓاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اَبْنَٓائِهِنَّ اَوْ اَبْنَٓاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَن۪ٓي اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَن۪ٓي اَخَوَاتِهِنَّ اَوْ نِسَٓائِهِنَّ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُنَّ اَوِ التَّابِع۪ينَ غَيْرِ اُو۬لِي الْاِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ اَوِ الطِّفْلِ الَّذ۪ينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلٰى عَوْرَاتِ النِّسَٓاءِۖ وَلَا يَضْرِبْنَ بِاَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْف۪ينَ مِنْ ز۪ينَتِهِنَّۜ وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَم۪يعًا اَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿٣١
Nûr Sûresi
352
Cuz 18
فَاِنْ لَمْ تَجِدُوا ف۪يهَٓا اَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتّٰى يُؤْذَنَ لَكُمْۚ وَاِنْ ق۪يلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ اَزْكٰى لَكُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ ﴿٢٨
28﴿ Ama eğer onlarda (size cevap verecek) hiçbir kimse bulamazsanız artık (sâhibi tarafından) size izin verilinceye kadar onlara girmeyin. Eğer size: “Geri dönün (ev müsâit değil)” denilirse (ısrarcı olmayıp) geri dönün, (zîrâ) o (şekilde milletin kapılarında inadına beklemenizdense, kimseyi rahatsız etmeyip dönmeniz) sizin (rezil duruma düşmemeniz) için daha temiz(lik ifâde eden bir hareket)dir. Zâten Allâh yapmakta olduğunuz şeyleri(n tümünü hakkıyla bilen bir) Alîm’dir.
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ مَسْكُونَةٍ ف۪يهَا مَتَاعٌ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ ﴿٢٩
29﴿ (Belli kesimler tarafından) meskûn olmayan, içerlerinde de sizin için (soğuktan sıcaktan korunma ve eşyânızı yerleştirme gibi) bir faydalanma (hakkı) bulunan (tekke, kervansaray, han, hamam gibi) birtakım evlere (izinsiz) girmenizde sizin üzerinize hiçbir günah yoktur. Zâten Allâh sizin (etkisi ortalıkta görünen bozgunculuk gibi) açıkça gösterir olduğunuz şeyleri de, (birtakım mahrem şeyleri görme arzusu gibi) gizler olduğunuz (kötü) şeyleri de bilmektedir.
قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْۜ ذٰلِكَ اَزْكٰى لَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ ﴿٣٠
30﴿ (Habîbim! İşte sana!) Îmânlı erkeklere de ki; (haramlara karşı) gözlerini yumsunlar (da sâdece helâllere baksınlar) ve tenâsül uzuvlarını (zinâ ve livâta gibi haramlardan) korusunlar. İşte sana! (Günahlara düşüp kirlenmelerindense) bu (şekilde nezih davranmaları) kendileri için daha temiz(lik ifâde eden bir hareket)dir. Muhakkak Allâh onların (kime bakmakta ve ne) yapmakta olduklarını(n görünen-görünmeyen tüm yönlerini hakkıyla bilen bir) Habîr’dir.
وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ اَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ اِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلٰى جُيُوبِهِنَّۖ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ اِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ اَوْ اٰبَٓائِهِنَّ اَوْ اٰبَٓاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اَبْنَٓائِهِنَّ اَوْ اَبْنَٓاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَن۪ٓي اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَن۪ٓي اَخَوَاتِهِنَّ اَوْ نِسَٓائِهِنَّ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُنَّ اَوِ التَّابِع۪ينَ غَيْرِ اُو۬لِي الْاِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ اَوِ الطِّفْلِ الَّذ۪ينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلٰى عَوْرَاتِ النِّسَٓاءِۖ وَلَا يَضْرِبْنَ بِاَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْف۪ينَ مِنْ ز۪ينَتِهِنَّۜ وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَم۪يعًا اَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿٣١
31﴿ (Habîbim!) Îmânlı kadınlara da de ki; (erkeklerin ve kadınların avret yerlerine bakmaktan) gözlerini yumsunlar ve tenâsül uzuvlarını (zinâdan ve şehvetle birbirine sürtünmeden) korusunlar. (Örf ve âdete göre, zorunlu olarak) kendilerinden görünen (yüz ve yüzük veyâ kınanın bulunduğu el)ler dışında (örtünmesi gereken bilezik, halhal, küpe ve gerdanlık gibi) ziynet (mahalleri olan bedenlerinin diğer yer)lerini açığa çıkarmasınlar. Ayrıca (câhiliyet devrinde olduğu gibi) örtülerini (arka taraflarına değil de, gerdanlarını, göğüslerini ve tüm bedenlerini kapatacak ve şekil belli etmeyecek şekilde) başlarından doğru yakaları üzere atsınlar. (Gizlemeleri gereken) ziynet (yer)lerini (hiçbir kimseye göstermek için) açığa çıkarmasınlar; ancak kocalarına veyâ babalarına yâhut kocalarının babalarına ya da oğullarına veyâ kocalarının (başka hanımlarından olan) oğullarına yâhut erkek kardeşlerine ya da erkek kardeşlerinin oğullarına veyâ kız kardeşlerinin oğullarına (ya da amca ve dayıları gibi müebbet mahremlerine) yâhut kendi(leri gibi îmânlı ve hür) kadınlarına ya da (kâfir de olsalar câriyelerden) sağ ellerinin mâlik bulunduğu şeylere veyâ (kadını erkekten ayıramayacak derecede bunak veyâ ahmak) erkeklerden (kadınla cinsel ilişkiye karşı) ihtiyaç sâhibi olmadıkları hâlde (sâdece arta kalan yemekler için) peşe takılanlara yâhut kadınların avret (yer)lerinden haberleri olmaya(cak kadar küçük ola)n o çocuklara (göstermeleri) müstesnâ! Bir de o (kadı)nlar (halhal gibi) gizlemekte oldukları o ziynetleri bilinsin (de kendilerine meyledilsin) diye ayaklarıyla da (yere) vurmasınlar! Ey müminler! (Hepiniz) bir araya gelici olduğunuz hâlde Allâh’a tevbe edin! Tâ ki siz (iki cihan saâdetine kavuşarak) felâha erebilesiniz! Hanefî mezhebinde; yüz ve eller avret değilse de bunlara şehvetle bakılması haramdır. Dolayısıyla kadının, kendisine şehvetle bakılacağına dâir en ufak bir endişesi bulunması hâlinde bu uzuvlarını yabancı erkeklere göstermesi câiz olmaz. Özellikle fitne kaynayan zamânımızda şehvetle bakanla bakmayanı ayırt edebilmek her kadının her an tespit edebileceği bir şey olmadığından; kocaları ve mahremleri dışındakilere bu uzuvlarını, hele de câzibe merkezi olan yüzlerini göstermemeleri en uygun olandır! Nitekim Osmanlı’nın son döneminin mûteber fıkıh kitaplarından Ni‘met-i İslâm isimli eserde şöyle zikredilmektedir: “Kadınların yüzlerinin, ellerinin ve ayaklarının avret olmadığı hükmü namazdaki setr-i avretle alâkalıdır yoksa yabancı erkeklere görünmekle ilgili değildir. Dolayısıyla (doktora muâyene gibi bir) zarûret olmadıkça sokakta yüzü (tamâmen) açmak veyâ eteğini örtüden çıkartmak (elbisesini göstermek) şerîatın emrine muhâliftir.” (sh:114) Burada geçen “Humur” kelimesinin; günümüzdeki türban ve çene altında düğümlenen başörtülerle terceme edilmesi, bu konuda sahâbe ve seleften gelen görüşlere ters düşmektedir. Zîrâ bu husustaki rivâyetler; bu kelimenin, baştan aşağı tüm bedeni örtecek “Çâr, çarşaf ve ferâce” gibi örtülerden ibâret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu gibi yerlerde sahâbe ve seleften gelen rivâyetler göz ardı edilerek sâdece lügate bakılıp mânâ verilemez. Zîrâ Kur’ân’ın tefsîrini en iyi bilenler hiç şüphesiz ki vahyin nüzûlüne şâhit olan ve kastedilen mânâları ilk ağızdan alan sahâbe topluluğu ile onlardan istifâde eden tâbi‘în zümresidir. Âişe (Radıyallâhu Anhâ) bu âyetin tefsîrinde şöyle buyurmuştur: “Allâh muhâcirlerin hanımlarına rahmet etsin. (Onlar Kur’ân’ın emirleriyle amel etmekte o kadar ileriydiler ki) Allâh-u Te‘âlâ: ‘Örtülerini başlarından doğru yakaları üzere atsınlar’ âyetini indirince, onlar hemen çarşaf gibi büyük örtüleri başlarına geçirecek şekilde yarıp onlarla örtündüler. Ensar kadınlarının kocaları kendilerine bu âyeti okuduklarında ise; Kur’ân’a onlardan daha kuvvetli inanan görmedim. Her biri kalkıp büyük çarşaflara dolandılar ve sabah namazına o vaziyette çıktılar.” (el-Buhârî, et-Tefsîr:251, rakam:4480-81, 4/1782-1783; İbnü Hacer, Fethu’l-Bârî, et-Tefsîr, rakam:4758-59, 8/347-348) Bu sahih rivâyetlerden açıkça anlaşıldığı üzere; bu âyet-i kerîmeyle amel eden sahâbe hanımlarından hiçbiri sâdece başını örtecek şekilde bir örtü şekli edinmemiş, bilakis büyük çarşafların kenarlarını düzelterek ve baş geçirecek yeri yararak tüm bedenlerini kaplayacak şekilde tesettüre bürünmüşlerdir. Nitekim bu rivâyetlerde geçen “Murût” ve “Üzur” kelimelerinin müfretleri olan “Mırt” ve “İzâr” kelimeleri; lügatlarda “Çarşaf” anlamına gelen “Mülâe” kelimesiyle tefsir edilmiştir. Zâten burada geçen “Humur” kelimesinin müfredi olan “Hımâr” kelimesi de büyük müfessir Âlûsî (Rahimehullâh) gibi birçok ulemâ tarafından; çâr, çarşaf, ferâce gibi tüm bedeni kaplayan büyük örtü anlamına gelen “Mıkne‘a” kelimesiyle açıklanmıştır. Dolayısıyla lügata doğru bakanlar da, bu kelimenin, günümüzde bilinen başörtüsü anlamına gelmediğini yakînen anlayacaklardır. Kur’ân âyetleri birbiriyle aslâ çelişmeyip, hepsi de birbirini tasdik ve tefsir ettiğine göre; Ahzâb Sûresi’nin 59. âyetinde “Cilbâb” emredilirken, burada sâdece başörtüsünün emredilmiş olduğunu iddiâ etmek anlaşılacak bir şey değildir. Nitekim o âyette geçen “Cilbâb” kelimesi de; burada olduğu gibi, İbnü Abbâs ve İbnü Cübeyr (Radıyallâhu Anhüm) tarafından: “Tepeden tırnağa tüm bedeni örten çarşaf” anlamına gelen “Mıkne‘a” ve “Milhafe” lafızlarıyla tefsir edilmiştir. (et-Taberî, rakam:25977-78, 9/306; İbnü Kesîr, 10/218-219; el-Âlûsî, 18/142, 22/88) Şu kadar var ki; orada hür kadınların câriyelerden ayrılması hikmetine binâen “Cilbâblarını üzerlerine çeksinler” buyrulmuş, burada ise; çarşafın üst kısmının, göğüs bölgesi açıkta kalacak şekilde sırt tarafına atılması sûretinde vâki olan câhiliyet uygulamasını iptal için: “Çarşaflarını başlarından ağrı geriye doğru değil de aksine yakaları üzerine atsınlar” buyrulmuştur. Dolayısıyla burada “İsti‘lâ (üzerine alma)” mânâsında vârid olan (عَلٰى) harf-i cerrini, “İntihâ-yı gâye (son hudûdu bildirme)” mânâsı için olan (إِلٰى) harf-i cerriyle karıştırarak: “Yakalarına kadar başörtülerini indirsinler” mânâsını tercih etmek aslâ câiz değildir. Bilakis doğru mânâ: “Çarşaflarını başlarından îtibâren, yakalarının üzerini tamâmen örtecek şekilde aşağı doğru atsınlar” şeklindedir. Nitekim Ömer Nasûhî Bilmen Efendi, tefsirli meâlinde buraya: “Çarşaflarını başları üzerine örtsünler” diye mânâ vermiştir. Konyalı Mehmed Vehbî Efendi de Hülâsatü’l-Beyân nâmındaki tefsirinin meâlinde: “Çarşaflarını yanları üzerine vaz etsinler” mânâsının îzâhında: “Bu âyet-i kerîmeden açıkça anlaşılan hüküm; üzerlerine çarşaf örtünmeleridir” demiştir. İşte bu müfessirler isâbetli mânâya muvaffak kılınmışlardır. Şu bilinsin ki; burada sâdece “Humur” kelimesiyle yetinilip, “Yakaları üzerine” buyrulmasaydı, kimilerinin, sahâbe hanımlarının tatbîkātından sarf-ı nazar ederek, bâzı lügatlerde buldukları “Sâdece başı örten şey” mânâsını öne çıkarmalarının bir anlamı olabilirdi. Lâkin “Yakaları üzerine” ifâdesi, bunun baş ile sınırlanmayıp, çarşafın üst kısmından bahsettiğini açıkça ortaya koymaktadır.