YİRMİYEDİNCİ SÛRE-İ CELİLE
el-Neml
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. 93 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
طٰسٓ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ وَكِتَابٍ مُب۪ينٍۙ ﴿١﴾
﴾1﴿
Tâ! Sîn! (Habîbim!) Müfessirler bu gibi hurûf-u mukatta‘anın tefsîrinde şöyle demişlerdir: (اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِمُرَادِهِ بِذٰلِكَ) “Bu harfler müteşâbih âyetlerden olduğu için bunlardan murâdının ne olduğunu ziyâdesiyle bilen ancak Allâh’tır.” (Habîbim!) İşte sana! Bu (sûre-i celîlede anlatıla)nlar, Kur’ân’ın ve (hükümleri) çok açık olan /(hakkı-bâtılı, helâl ve haramı) iyice açıklayan/ büyük bir Kitab’ın âyetleridir.
هُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ ﴿٢﴾
﴾2﴿
(Bu âyetler) îmân eden kimseler için (doğru yolu gösteren) büyük bir hidâyet (rehberi) ve (cennet) müjde(si)dir.
اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿٣﴾
﴾3﴿
O (mümin) kimseler (için Kur’ân âyetleri büyük bir hidâyet ve müjdedir) ki; onlar o (farz) namazları hakkıyla kılarlar, zekâtı da verirler ve onlar özellikle âhirete sâdece onlar yakînen inanırlar.
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ اَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَۜ ﴿٤﴾
﴾4﴿
O kimseler ki âhirete îmân etmiyorlar; gerçekten de Biz (imtihan olsun diye kendilerine şehvet ve kuruntular vererek) onlar için (kötü) amellerini süsle(yip güzel göster)dik de bu sebeple onlar (yaptıklarının âkıbetini düşünmeksizin o işlerle uğraş içinde) sürekli bocalarlar.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَهُمْ سُٓوءُ الْعَذَابِ وَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ ﴿٥﴾
﴾5﴿
(Habîbim!) İşte sana! Ancak onlar, o kimselerdir ki (dünyâda öldürülmek ve esir edilmek gibi) kötü azap sâdece onlara âittir. Âhirette ise (îmân etmeleri hâlinde kazanacakları birçok mükâfâtı kaçırmalarının yanı sıra, sonsuz azâbı hak ettiklerinden) ancak onlar en çok zarar edenlerin ta kendileridir.
وَاِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْاٰنَ مِنْ لَدُنْ حَك۪يمٍ عَل۪يمٍ ﴿٦﴾
﴾6﴿
Muhakkak ki sen; elbette bu Kur’ân sana (bütün hükümleri ve hikmetleri her yönüyle kavrayıcı bir şekilde bilen) bir Hakîm ve (geçmiş-gelecek, mevcut olan ve olmayan her şeyi hakkıyla bilen) Alîm tarafından iyice öğretilip verilmektedir.
اِذْ قَالَ مُوسٰى لِاَهْلِه۪ٓ اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًاۜ سَاٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ اَوْ اٰت۪يكُمْ بِشِهَابٍ قَبَسٍ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ ﴿٧﴾
﴾7﴿
(Habîbim! Anlat) o zamânı ki; Mûsâ (Medyen’den Mısır’a giderken karlı ve karanlık bir havada yolunu kaybedince) âilesine: “Gerçekten ben net olarak bir ateş gördüm, yakında o (yolun durumu)ndan size bir haber getireceğim yâhut siz ısınasınız diye size ateşten alınma bir meşale getireceğim” demişti.
فَلَمَّا جَٓاءَهَا نُودِيَ اَنْ بُورِكَ مَنْ فِي النَّارِ وَمَنْ حَوْلَهَاۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٨﴾
﴾8﴿
Nihâyet o (ateşin yanı)na geldiğinde nidâ olundu ki: “Gerçekten o ateş(in bulunduğu yer)deki (Mûsâ (Aleyhisselâm) ve o an için o makamda hâzır bulunan melek)ler de, etrâfında bulunan (peygamberlerin ibâdethâneleri ve mezarlarını barındıran Şâm toprak)lar(ına kadar uzanan alanlar) da (birçok hayır ve berekete mazhar olarak) bereketli kılınmıştır. Bütün âlemlerin Rabbi olan Allâh’ı (kelâmının beşer sözüne benzemesinden) tesbîh ile (tenzîh ederim).
يَا مُوسٰٓى اِنَّهُٓ اَنَا۬ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۙ ﴿٩﴾
﴾9﴿
Ey Mûsâ! Muhakkak şu bir gerçek ki; ancak Ben (her istediğini yapmaya gücü yeten) Azîz ve (yaptığı her şeyde) Hakîm (ve hikmet sâhibi) olan Allâhım!
وَاَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰى لَا تَخَفْ اِنّ۪ي لَا يَخَافُ لَدَيَّ الْمُرْسَلُونَۗ ﴿١٠﴾
﴾10﴿
Ayrıca (sana verdiğim mûcizeyi görmen için elindeki) asânı (yere) bırak.” Artık o onu (yere attığında), sanki gerçekten o (değnek) küçük bir yılanmış gibi çokça kıpırdanır bir hâlde görünce, arkasını dönen biri olarak kaçtı ve geri dönmedi. (O zaman Biz buyurduk ki:) “Ey Mûsâ! (Benden başka hiç kimseden) korkma! Çünkü gerçekten Ben (öyle bir Zâtım ki); Benim nezdimde (vahye muhâtap olurken) o rasûl olarak gönderilen (peygamber)ler (mânevî hâle daldırdıkları bir sırada hiçbir şeyden) korkmaz(lar).
اِلَّا مَنْ ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْنًا بَعْدَ سُٓوءٍ فَاِنّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١١﴾
﴾11﴿
Lâkin (diğer insanlardan) her kim (bir günah işleyerek) zulmetmiş, (fakat) sonra (evvelce işlemiş olduğu) bir kötülüğün ardından (tevbe ederek onu amel defterinden sildirip) yerine bir güzellik getirmiştir (onun da korkması gerekmez); (zîrâ) şüphesiz ki artık Ben (tüm günahları çokça bağışlayan bir) Ğafûr’um, (kullara çok acıyarak korkularını gideren bir) Rahîm’im.
وَاَدْخِلْ يَدَكَ ف۪ي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍ ف۪ي تِسْعِ اٰيَاتٍ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَقَوْمِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ ﴿١٢﴾
﴾12﴿
Bir de (sağ) elini (elbisenin) yaka(sı)nın içerisine sok ki o (elin), (alaca hastalığı gibi) hiçbir kusur bulunmaksızın (bakılamayacak bir şekilde parlak ve) bembeyaz bir hâlde (ortaya) çıksın! (Artık haydi sen) dokuz mûcizeyle birlikte Firavun’a ve kavmine (git)! Zîrâ şüphesiz onlar (Allâh’ın emrinden çıkan) fâsıklar toplumu olmuşturlar.”
فَلَمَّا جَٓاءَتْهُمْ اٰيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌۚ ﴿١٣﴾
﴾13﴿
Artık (îmân edenleri) basîret (ve şuur) sâhibi yapıcı olarak âyetlerimiz onlara geldiği zaman (Firavun ve adamları inanacakları yerde): “İşte bu (Mûsâ’nın gösterdiği hârikulâde şey, sihir olduğu) çok açık olan büyük bir büyüdür” dediler.