v02.01.25 Geliştirme Notları
Bakara Sûresi
40
Cuz 2
249﴿ Sonra Tâlût, (memleketi olan Kudüs’den) ordular(ıy)la ayrıl(ıp, susuz bir ovada harârete kapıl)ınca: “Şüphesiz Allâh sizi bir nehirle imtihan ede(nin muâmelesine tâbi ede)cektir (ki böylece Filistin ırmağını önünüze çıkararak, cihâd isteğinde sâdık olanla olmayanı meydana çıkaracaktır). Artık her kim ondan (kana kana) içerse, işte o benden değildir. Lâkin eliyle bir avuç daldır(ıp al)-mış olan müstesnâ. Ama her kim onu (doya doya içip susuzluğunu tamâmen giderecek şekilde) tatmazsa, şüphesiz ki o bendendir” dedi. Derken (o nehri görür görmez) içlerinden pek azı müstesnâ onlar(ın ekseriyeti) ondan (doya doya) içtiler. Nihâyet o (Tâlût) ve berâberinde bulunup îmân etmiş (ve emrine karşı gelmemiş) olan kimseler (bir avuç suyla yetinmeleri bereketiyle Allâh-u Te‘âlâ’nın verdiği kuvvet sâyesinde) onu geçtikleri zaman (komutanlarının emrine karşı gelip doya doya içtikleri hâlde aksine İlâhî bir cezâ olarak susuzlukları artan ve bu yüzden ırmağı geçemeyip geri kalanlar, itâat edenlere özür beyân etmek üzere:) “Bugün Câlût ve ordularına karşı (duracak) bizim için hiçbir tâkat (ve güç) yoktur” dediler. Kendilerinin gerçekten Allâh’a kavuşucu kimseler olduklarını yakînen bilen o (az) kişilerse (sudan içip yolda kalanlara): “Allâh’ın izni (karârı ve kolaylaştırması) ile nice pek az bir fırka, birçok büyük topluluğa gâlip gelmiştir. Zâten Allâh(ın yardım ve mükâfâtı) sabredenlerle berâberdir” dedi(ler).
250﴿ Böylece o (müminlerden Tâlût’a uya)nlar Câlût ve orduları (ile savaşmak) için ortaya çıktıkları zaman (Allâh-u Te‘âlâ’ya ilticâ etmek üzere): “Ey Rabbimiz! (Cihâdın zorluklarına tahammül edebilmemiz için) üzerimize (yağmur gibi) bir sabır boşalt, (düşmanlarımızın kalplerine korku salıp bizim kalplerimizi güçlendirerek er meydanında) ayaklarımızı da sâbit kıl ve bu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” dediler.
251﴿ Derken (düşmanla karşılaştıkları anda) Allâh’ın izniyle hemen onları hezîmete uğrattılar. (Tâlût’un ordusunda babası Îşâ ile birlikte bulunan en küçük oğlu) Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Böylece Allâh (zamânın peygamberi İşmevîl (Aleyhisselâm)-ın ve Tâlût’un vefâtından sonra o zamâna kadar ayrı olan saltanat müessesesi ile nübüvvet şerefini ilk olarak Dâvûd (Aleyhisselâm)da birleştirerek) saltanatı da, hikmeti (peygamberliği) de ona verdi ve dilediği şeylerden bir kısmını (özellikle zırh dokuma ve hayvanlarla konuşma gibi meziyetleri) ona öğretti. Zâten Allâh’ın, insanları; onlardan bir kısımla(rının hayrıyla) diğer kısımlarını(n şerrini) savması olmasaydı, elbette yerin tamâmı(nın yararlı düzenleri çoktan) bozulmuştu. Velâkin Allâh tüm âlemler(in sâkinlerin)e karşı büyük fazl (ve iyilik) sâhibidir. (Bu yüzden îmân edenler hürmetine, kâfirlerden; namaz kılanlar hürmetine, kılmayanlardan; hacca gidenler hürmetine, gitmeyenlerden fesâdı gidermektedir. Hattâ sâlih bir kişinin bereketiyle, yüz komşusunun hânesinden bile belâyı kaldırmaktadır.) Müfessirlerin beyânı vechile; Dâvûd (Aleyhisselâm)ın babası Îşâ, Tâlût’un ordusunda bulunup ırmağı geçen üç yüz on üç kişi arasında altı oğluyla birlikte yer almıştı. Dâvûd (Aleyhisselâm) onların yedincisi ve en küçükleri olduğundan koyun otarıyordu. Allâh-u Te‘âlâ o zamânın peygamberine: “Câlût’u öldürecek kişi budur” diye haber verince Tâlût onu babasından istedi, böylece Dâvûd (Aleyhisselâm) peygamberin yanına geldi. Gelirken yolda üç taş dile gelip her biri: “Câlût’u bizimle öldüreceksin” diyerek kendilerini yanında taşımasını istediler, o da onları torbasına koydu. Câlût’la karşılaştığında üç taşı tek taş hâlinde sapana yerleştirdi. Allâh-u Te‘âlâ’nın da rüzgârı müsahhar kılması sebebiyle bir atışla miğferinin deliğinden Câlût’un beynine isâbet ettirdi. Ardından da otuz kişiyi öldürdü ve Câlût’un leşini sürükleyerek Tâlût’un önüne attı. İsrâîloğulları buna çok sevindi. Bundan sonra Dâvûd (Aleyhisselâm)ın şânı İsrâîloğulları arasında çok yaygınlaştı. Tâlût da Câlût’u öldürecek olan kişiye vermiş olduğu sözü tutarak kızını Dâvûd (Aleyhisselâm) ile evlendirdi. Kıssanın tafsîlâtı için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 2/780-782
252﴿ (Habîbim!) İşte sana! Bunlar Allâh’ın âyetleridir ki, onları (Ehl-i Kitab’ın da, târihçilerin de şüphe edemeyeceği bir) hak ile (iç içe bulundukları ve gerçeğe tıpatıp uygun oldukları hâlde) sana art arda okumaktayız. (Ey Muhammed!) Zâten şüphesiz ki sen elbette (Allâh tarafından gönderilen) mürsel (nebî)lerdensin (ki, hiçbir kitap okumadan ve kimseden duymadan bu kıssaları ümmetine anlatabiliyorsun).
سُورَةُ الْبَقَرَةِ
الجزء ٢
٤٠
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَل۪يكُمْ بِنَهَرٍۚ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّ۪يۚ وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّ۪ٓي اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه۪ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلًا مِنْهُمْۜ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ ﴿٢٤٩
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ ﴿٢٥٠
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٥١
تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٢٥٢
Bakara Sûresi
40
Cuz 2
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَل۪يكُمْ بِنَهَرٍۚ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّ۪يۚ وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّ۪ٓي اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه۪ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلًا مِنْهُمْۜ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ ﴿٢٤٩
249﴿ Sonra Tâlût, (memleketi olan Kudüs’den) ordular(ıy)la ayrıl(ıp, susuz bir ovada harârete kapıl)ınca: “Şüphesiz Allâh sizi bir nehirle imtihan ede(nin muâmelesine tâbi ede)cektir (ki böylece Filistin ırmağını önünüze çıkararak, cihâd isteğinde sâdık olanla olmayanı meydana çıkaracaktır). Artık her kim ondan (kana kana) içerse, işte o benden değildir. Lâkin eliyle bir avuç daldır(ıp al)-mış olan müstesnâ. Ama her kim onu (doya doya içip susuzluğunu tamâmen giderecek şekilde) tatmazsa, şüphesiz ki o bendendir” dedi. Derken (o nehri görür görmez) içlerinden pek azı müstesnâ onlar(ın ekseriyeti) ondan (doya doya) içtiler. Nihâyet o (Tâlût) ve berâberinde bulunup îmân etmiş (ve emrine karşı gelmemiş) olan kimseler (bir avuç suyla yetinmeleri bereketiyle Allâh-u Te‘âlâ’nın verdiği kuvvet sâyesinde) onu geçtikleri zaman (komutanlarının emrine karşı gelip doya doya içtikleri hâlde aksine İlâhî bir cezâ olarak susuzlukları artan ve bu yüzden ırmağı geçemeyip geri kalanlar, itâat edenlere özür beyân etmek üzere:) “Bugün Câlût ve ordularına karşı (duracak) bizim için hiçbir tâkat (ve güç) yoktur” dediler. Kendilerinin gerçekten Allâh’a kavuşucu kimseler olduklarını yakînen bilen o (az) kişilerse (sudan içip yolda kalanlara): “Allâh’ın izni (karârı ve kolaylaştırması) ile nice pek az bir fırka, birçok büyük topluluğa gâlip gelmiştir. Zâten Allâh(ın yardım ve mükâfâtı) sabredenlerle berâberdir” dedi(ler).
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ ﴿٢٥٠
250﴿ Böylece o (müminlerden Tâlût’a uya)nlar Câlût ve orduları (ile savaşmak) için ortaya çıktıkları zaman (Allâh-u Te‘âlâ’ya ilticâ etmek üzere): “Ey Rabbimiz! (Cihâdın zorluklarına tahammül edebilmemiz için) üzerimize (yağmur gibi) bir sabır boşalt, (düşmanlarımızın kalplerine korku salıp bizim kalplerimizi güçlendirerek er meydanında) ayaklarımızı da sâbit kıl ve bu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” dediler.
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٥١
251﴿ Derken (düşmanla karşılaştıkları anda) Allâh’ın izniyle hemen onları hezîmete uğrattılar. (Tâlût’un ordusunda babası Îşâ ile birlikte bulunan en küçük oğlu) Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Böylece Allâh (zamânın peygamberi İşmevîl (Aleyhisselâm)-ın ve Tâlût’un vefâtından sonra o zamâna kadar ayrı olan saltanat müessesesi ile nübüvvet şerefini ilk olarak Dâvûd (Aleyhisselâm)da birleştirerek) saltanatı da, hikmeti (peygamberliği) de ona verdi ve dilediği şeylerden bir kısmını (özellikle zırh dokuma ve hayvanlarla konuşma gibi meziyetleri) ona öğretti. Zâten Allâh’ın, insanları; onlardan bir kısımla(rının hayrıyla) diğer kısımlarını(n şerrini) savması olmasaydı, elbette yerin tamâmı(nın yararlı düzenleri çoktan) bozulmuştu. Velâkin Allâh tüm âlemler(in sâkinlerin)e karşı büyük fazl (ve iyilik) sâhibidir. (Bu yüzden îmân edenler hürmetine, kâfirlerden; namaz kılanlar hürmetine, kılmayanlardan; hacca gidenler hürmetine, gitmeyenlerden fesâdı gidermektedir. Hattâ sâlih bir kişinin bereketiyle, yüz komşusunun hânesinden bile belâyı kaldırmaktadır.) Müfessirlerin beyânı vechile; Dâvûd (Aleyhisselâm)ın babası Îşâ, Tâlût’un ordusunda bulunup ırmağı geçen üç yüz on üç kişi arasında altı oğluyla birlikte yer almıştı. Dâvûd (Aleyhisselâm) onların yedincisi ve en küçükleri olduğundan koyun otarıyordu. Allâh-u Te‘âlâ o zamânın peygamberine: “Câlût’u öldürecek kişi budur” diye haber verince Tâlût onu babasından istedi, böylece Dâvûd (Aleyhisselâm) peygamberin yanına geldi. Gelirken yolda üç taş dile gelip her biri: “Câlût’u bizimle öldüreceksin” diyerek kendilerini yanında taşımasını istediler, o da onları torbasına koydu. Câlût’la karşılaştığında üç taşı tek taş hâlinde sapana yerleştirdi. Allâh-u Te‘âlâ’nın da rüzgârı müsahhar kılması sebebiyle bir atışla miğferinin deliğinden Câlût’un beynine isâbet ettirdi. Ardından da otuz kişiyi öldürdü ve Câlût’un leşini sürükleyerek Tâlût’un önüne attı. İsrâîloğulları buna çok sevindi. Bundan sonra Dâvûd (Aleyhisselâm)ın şânı İsrâîloğulları arasında çok yaygınlaştı. Tâlût da Câlût’u öldürecek olan kişiye vermiş olduğu sözü tutarak kızını Dâvûd (Aleyhisselâm) ile evlendirdi. Kıssanın tafsîlâtı için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 2/780-782
تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٢٥٢
252﴿ (Habîbim!) İşte sana! Bunlar Allâh’ın âyetleridir ki, onları (Ehl-i Kitab’ın da, târihçilerin de şüphe edemeyeceği bir) hak ile (iç içe bulundukları ve gerçeğe tıpatıp uygun oldukları hâlde) sana art arda okumaktayız. (Ey Muhammed!) Zâten şüphesiz ki sen elbette (Allâh tarafından gönderilen) mürsel (nebî)lerdensin (ki, hiçbir kitap okumadan ve kimseden duymadan bu kıssaları ümmetine anlatabiliyorsun).