v02.01.25 Geliştirme Notları
Bakara Sûresi
41
Cuz 3
253﴿ (Habîbim!) İşte sana! Bunlar, o rasüllerdir ki; Biz onların bir kısmını diğer bir kısım üzerine fazîletli (ve çok üstün) kılmışızdır. Onlar içerisinden Allâh’ın (kendisiyle) konuşmuş olduğu (Mûsâ (Aleyhisselâm) gibi) bir zât vardır. Onlardan (İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed (Salevâtüllâhi Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhim Ecmaʻîn) gibi) bâzısını da üstün derecelere yükseltmiştir. Ayrıca (ölüleri diriltme, körü ve alacalıyı iyileştirme gibi) o çok açık delilleri Meryem oğlu Îsâ’ya Biz verdik ve o Mukaddes Rûh(a sâhip olan Cibrîl) ile onu destekledik. Eğer Allâh (bütün insanların hidâyette birleşmesini) dileseydi o (peygamber ola)nlardan sonraki kimseler de, (ayrılık ve sapıklığa düşmelerine engel olacak) o açık delillerin kendilerine gelişinin ardından birbirleriyle savaşmazdı. Velâkin (Allâh onların kendi irâdelerini ihtilâf yönünde kullanacaklarını ezelde bildiği için onların ihtilâf etmesini irâde buyurdu da böylece onlar) ihtilâfa düştüler. Netîcede onlardan kimi (peygamberlerin dînine uymaya muvaffak kılınıp) îmân etmiştir, onlardan kimi de (hak dîne inanmaktan yüz çevirerek) kâfir olmuştur. Yine de Allâh (onların savaşmamalarını) irâde etmiş olsaydı birbirleriyle savaşmazlardı. Velâkin Allâh neyi irâde ettiyse yapar. (Böylece istediğini fazl-u keremiyle hayra muvaffak eder, kimini de adâletiyle hidâyetten mahrum eder. Tabî ki O’nun irâdesi, zorlayıcı bir unsur olmayıp kulun dilemesine bağlıdır ki Allâh-u Te‘âlâ kulun dilediğini irâde etmeye mecbur olmasa da imtihan hikmeti gereği kulun isteğine îtibâr etmektedir.) Beyzâvî, Nesefî ve Mazharî gibi mûteber tefsirlerde zikredildiğine göre; âyet-i celîlede “Yüksek derecelere ulaştırıldığı” bildirilen zattan maksad; Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)dir. Zîrâ bütün âlemlere gönderilme, Kur’ân gibi ebedî bir mûcizeye mazhar kılınma ve Mi‘rac’da Allâh-u Te‘âlâ’nın cemâlini görme gibi meziyetler, peygamberler arasında sâdece Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e verilmiştir. (Tefsîru’l-Mazharî, 1/389; Mecmû‘atü’t-tefâsîr, 1/392)
254﴿ Ey îmân etmiş olan kimseler! Sizi rızıklandırmış olduğumuz şeylerden bâzısını büyük bir gün gelmeden önce (zekât olarak hak eden kimselere) infakta bulunun ki; o (zama)nda hiçbir alışveriş (yoluyla, kaçırılanı telâfi fırsatı) yoktur, hiçbir dostluk (nedeniyle müsâmaha ve yardım) da yoktur ve (Allâh’tan izinsiz) hiçbir şefâat (ve aracılık imkânı) yoktur. (Zekâta inanmayarak veyâ hafife alarak Allâh-u Te‘âlâ’nın emrini inkâr etmiş olan) o kâfirler ise, (muhtaç kalacakları gün için yatırım yapmadıklarından, kendilerine yazık eden) zâlimler ancak onlardır.
255﴿ Allâh ki; Kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. (Başı sonu olmayan, Zâtına âit bir hayâta sâhip olan yegâne) Hayy’dır (O’nun dışındakilerin hayâtı ise O’nun yaşatmasına bağlıdır), (yarattıklarını yönetme ve koruyup kollama işini dâimâ üstlenmiş bulunan bir) Kayyûm’dur. (Uyku öncesindeki) bir gevşeme O’nu tutmaz, uyku da (O’na ârız) olmaz. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar (mülkiyet ve hâkimiyet bakımından) sâdece O’na âittir. Kim şu kimsedir ki, O’nun izni olmadan O’nun nezdinde şefâat edebilecektir?! O (Allâh-u Te‘âlâ), (yarattıklarının) önlerinde olanları da, arkalarında bulunanları da (onların geçmiş-gelecek, dünyâ-âhiret, görülen ve görülmeyen her şeylerini) bilmektedir. (Öğretmeyi) dilediği şeyler hâriç, onlar O’nun bildiklerinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun (Arşı’nın önünde bulunan) Kürsî’si gökleri ve yeri kaplamıştır. Zâten o ikisini(n yedi kat tabakalarını) korumak (ve düzenlerini muhâfaza etmek) O’na hiç de ağır gelmez. Yine ancak O (eş ve benzerden, tüm noksanlık emâreleri ve sonradan olma belirtilerinden tamâmen yüce olan yegâne) Aliyy’dir, (Zâtına nispetle her şeyin değersiz kalacağı bir azamete sâhip olan yegâne) Azîm’dir!
256﴿ O (İslâm) dîn(ine giriş)de hiçbir zorlama yoktur. Gerçekten (ortaya çıkan bunca delillerden sonra) o hidâyet(ten ibâret olan îmân), o dalâlet(le eşdeğer olan kâfirlik)ten (seçilerek) iyice belirgin hâle gelmiştir. Artık her kim o tâğûtları (temsil eden şeytanları ve putları) inkâr eder de, Allâh’a îmân ederse; işte o kişi kendisi için hiçbir kopma (söz konusu) olmayan o en sağlam kulpa kesinlikle sıkıca tutunmuştur. Allâh ise (bâtılı reddedip kelime-i şehâdet getirenleri çok iyi duyan) bir Semî‘dir, (kalplerdeki inançlar dâhil her şeyi lâyıkıyla bilen) bir Alîm’dir. Bu âyet-i kerîmenin ifâdesi vechile; kimse İslâm’a girmek için zorlanamaz. Zâten böyle bir zorlama netîcesinde kalbinde tasdik bulunmadığı hâlde: “Ben Müslüman oldum” diyen kimse, Allâh katında Müslüman sayılmaz. Bu mânâda “Dinde zorlama yoktur.” Ama bir kişi hür irâdesiyle İslâm’ı kabûl ettikten sonra, onun hükümlerini tatbîke mecburdur. Bunu isteyerek yapmıyorsa, Allâh tarafından meşrû edilen zorlama yöntemleri devreye sokulur. Nitekim Ahzâb Sûresi’nin 36. âyet-i kerîmesinde geçen: “Allâh ve Rasûlü, bir iş(in yapılmasına veyâ terk edilmesin)e hükmettiği zaman, îmân eden hiçbir erkek ve kadın için onların emrinden (ayrılma konusunda bir) seçim hakkı yoktur” ifâde-i celîlesi, İslâm’ı seçenlerin, onun hükümlerini tatbik edip etmeme hürriyetine sâhip olmadıklarını, aksi takdirde âşikâre bir sapıklığa düşeceklerini açıkça ortaya koymaktadır. Nûr Sûresi’nin 2. ve 4. âyet-i kerîmelerinde; zinâya yüz, iftirâya ise seksen sopa gibi caydırıcı cezâların takdîri de, Müslümanların günah işleme hürriyetine sâhip olmadıklarını, değilse âhiretten önce dünyâda da cezâya çarptırılacaklarını göstermektedir ki bütün bunlar İslâm’ın, yapılması veyâ terk edilmesi îcâb eden meselelerde gerektiği zaman zorlamaya başvurduğunun açık örneklerinden bâzısıdır. İçki içen ve namazı terk edenler hakkında tespit edilen darp ve hapis cezâları da konumuzun örneklerindendir. (el-Buhârî, rakam:3696, 5/14; el-Meydânî, el-Lübâb, 1/155; İbnü ‘Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/352) Tabî ki bütün bunlar, ferdin ve toplumun düzeni için meşrû edilmiştir. Bu konuda misaller çoğaltılabilir, lâkin burada bilinmesi gereken şudur ki, bu hükümler İslâm devleti tarafından tatbîk edilebilir, yoksa fertlerin birbirine tatbîk etmesi câiz değildir.
سُورَةُ الْبَقَرَةِ
الجزء ٣
٤١
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟ ﴿٢٥٣
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ ﴿٢٥٤
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ ﴿٢٥٥
لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٢٥٦
Bakara Sûresi
41
Cuz 3
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟ ﴿٢٥٣
253﴿ (Habîbim!) İşte sana! Bunlar, o rasüllerdir ki; Biz onların bir kısmını diğer bir kısım üzerine fazîletli (ve çok üstün) kılmışızdır. Onlar içerisinden Allâh’ın (kendisiyle) konuşmuş olduğu (Mûsâ (Aleyhisselâm) gibi) bir zât vardır. Onlardan (İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed (Salevâtüllâhi Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhim Ecmaʻîn) gibi) bâzısını da üstün derecelere yükseltmiştir. Ayrıca (ölüleri diriltme, körü ve alacalıyı iyileştirme gibi) o çok açık delilleri Meryem oğlu Îsâ’ya Biz verdik ve o Mukaddes Rûh(a sâhip olan Cibrîl) ile onu destekledik. Eğer Allâh (bütün insanların hidâyette birleşmesini) dileseydi o (peygamber ola)nlardan sonraki kimseler de, (ayrılık ve sapıklığa düşmelerine engel olacak) o açık delillerin kendilerine gelişinin ardından birbirleriyle savaşmazdı. Velâkin (Allâh onların kendi irâdelerini ihtilâf yönünde kullanacaklarını ezelde bildiği için onların ihtilâf etmesini irâde buyurdu da böylece onlar) ihtilâfa düştüler. Netîcede onlardan kimi (peygamberlerin dînine uymaya muvaffak kılınıp) îmân etmiştir, onlardan kimi de (hak dîne inanmaktan yüz çevirerek) kâfir olmuştur. Yine de Allâh (onların savaşmamalarını) irâde etmiş olsaydı birbirleriyle savaşmazlardı. Velâkin Allâh neyi irâde ettiyse yapar. (Böylece istediğini fazl-u keremiyle hayra muvaffak eder, kimini de adâletiyle hidâyetten mahrum eder. Tabî ki O’nun irâdesi, zorlayıcı bir unsur olmayıp kulun dilemesine bağlıdır ki Allâh-u Te‘âlâ kulun dilediğini irâde etmeye mecbur olmasa da imtihan hikmeti gereği kulun isteğine îtibâr etmektedir.) Beyzâvî, Nesefî ve Mazharî gibi mûteber tefsirlerde zikredildiğine göre; âyet-i celîlede “Yüksek derecelere ulaştırıldığı” bildirilen zattan maksad; Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)dir. Zîrâ bütün âlemlere gönderilme, Kur’ân gibi ebedî bir mûcizeye mazhar kılınma ve Mi‘rac’da Allâh-u Te‘âlâ’nın cemâlini görme gibi meziyetler, peygamberler arasında sâdece Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e verilmiştir. (Tefsîru’l-Mazharî, 1/389; Mecmû‘atü’t-tefâsîr, 1/392)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ ﴿٢٥٤
254﴿ Ey îmân etmiş olan kimseler! Sizi rızıklandırmış olduğumuz şeylerden bâzısını büyük bir gün gelmeden önce (zekât olarak hak eden kimselere) infakta bulunun ki; o (zama)nda hiçbir alışveriş (yoluyla, kaçırılanı telâfi fırsatı) yoktur, hiçbir dostluk (nedeniyle müsâmaha ve yardım) da yoktur ve (Allâh’tan izinsiz) hiçbir şefâat (ve aracılık imkânı) yoktur. (Zekâta inanmayarak veyâ hafife alarak Allâh-u Te‘âlâ’nın emrini inkâr etmiş olan) o kâfirler ise, (muhtaç kalacakları gün için yatırım yapmadıklarından, kendilerine yazık eden) zâlimler ancak onlardır.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ ﴿٢٥٥
255﴿ Allâh ki; Kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. (Başı sonu olmayan, Zâtına âit bir hayâta sâhip olan yegâne) Hayy’dır (O’nun dışındakilerin hayâtı ise O’nun yaşatmasına bağlıdır), (yarattıklarını yönetme ve koruyup kollama işini dâimâ üstlenmiş bulunan bir) Kayyûm’dur. (Uyku öncesindeki) bir gevşeme O’nu tutmaz, uyku da (O’na ârız) olmaz. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar (mülkiyet ve hâkimiyet bakımından) sâdece O’na âittir. Kim şu kimsedir ki, O’nun izni olmadan O’nun nezdinde şefâat edebilecektir?! O (Allâh-u Te‘âlâ), (yarattıklarının) önlerinde olanları da, arkalarında bulunanları da (onların geçmiş-gelecek, dünyâ-âhiret, görülen ve görülmeyen her şeylerini) bilmektedir. (Öğretmeyi) dilediği şeyler hâriç, onlar O’nun bildiklerinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun (Arşı’nın önünde bulunan) Kürsî’si gökleri ve yeri kaplamıştır. Zâten o ikisini(n yedi kat tabakalarını) korumak (ve düzenlerini muhâfaza etmek) O’na hiç de ağır gelmez. Yine ancak O (eş ve benzerden, tüm noksanlık emâreleri ve sonradan olma belirtilerinden tamâmen yüce olan yegâne) Aliyy’dir, (Zâtına nispetle her şeyin değersiz kalacağı bir azamete sâhip olan yegâne) Azîm’dir!
لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٢٥٦
256﴿ O (İslâm) dîn(ine giriş)de hiçbir zorlama yoktur. Gerçekten (ortaya çıkan bunca delillerden sonra) o hidâyet(ten ibâret olan îmân), o dalâlet(le eşdeğer olan kâfirlik)ten (seçilerek) iyice belirgin hâle gelmiştir. Artık her kim o tâğûtları (temsil eden şeytanları ve putları) inkâr eder de, Allâh’a îmân ederse; işte o kişi kendisi için hiçbir kopma (söz konusu) olmayan o en sağlam kulpa kesinlikle sıkıca tutunmuştur. Allâh ise (bâtılı reddedip kelime-i şehâdet getirenleri çok iyi duyan) bir Semî‘dir, (kalplerdeki inançlar dâhil her şeyi lâyıkıyla bilen) bir Alîm’dir. Bu âyet-i kerîmenin ifâdesi vechile; kimse İslâm’a girmek için zorlanamaz. Zâten böyle bir zorlama netîcesinde kalbinde tasdik bulunmadığı hâlde: “Ben Müslüman oldum” diyen kimse, Allâh katında Müslüman sayılmaz. Bu mânâda “Dinde zorlama yoktur.” Ama bir kişi hür irâdesiyle İslâm’ı kabûl ettikten sonra, onun hükümlerini tatbîke mecburdur. Bunu isteyerek yapmıyorsa, Allâh tarafından meşrû edilen zorlama yöntemleri devreye sokulur. Nitekim Ahzâb Sûresi’nin 36. âyet-i kerîmesinde geçen: “Allâh ve Rasûlü, bir iş(in yapılmasına veyâ terk edilmesin)e hükmettiği zaman, îmân eden hiçbir erkek ve kadın için onların emrinden (ayrılma konusunda bir) seçim hakkı yoktur” ifâde-i celîlesi, İslâm’ı seçenlerin, onun hükümlerini tatbik edip etmeme hürriyetine sâhip olmadıklarını, aksi takdirde âşikâre bir sapıklığa düşeceklerini açıkça ortaya koymaktadır. Nûr Sûresi’nin 2. ve 4. âyet-i kerîmelerinde; zinâya yüz, iftirâya ise seksen sopa gibi caydırıcı cezâların takdîri de, Müslümanların günah işleme hürriyetine sâhip olmadıklarını, değilse âhiretten önce dünyâda da cezâya çarptırılacaklarını göstermektedir ki bütün bunlar İslâm’ın, yapılması veyâ terk edilmesi îcâb eden meselelerde gerektiği zaman zorlamaya başvurduğunun açık örneklerinden bâzısıdır. İçki içen ve namazı terk edenler hakkında tespit edilen darp ve hapis cezâları da konumuzun örneklerindendir. (el-Buhârî, rakam:3696, 5/14; el-Meydânî, el-Lübâb, 1/155; İbnü ‘Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/352) Tabî ki bütün bunlar, ferdin ve toplumun düzeni için meşrû edilmiştir. Bu konuda misaller çoğaltılabilir, lâkin burada bilinmesi gereken şudur ki, bu hükümler İslâm devleti tarafından tatbîk edilebilir, yoksa fertlerin birbirine tatbîk etmesi câiz değildir.