v02.01.25 Geliştirme Notları
Bakara Sûresi
42
Cuz 3
257﴿ Allâh ancak îmân etmiş olan kimselerin Velîsi (yardımcısı ve işlerinin yöneticisi)dir ki, O (Allâh-u Te‘âlâ tevfîk ve hidâyetiyle) onları o (cehâlet, nefse uymak, kâfirliğe götüren vesvese ve şüphelere kapılmak gibi birçok) karanlıklardan (kurtarıp) o (îmân) nûr(un)a çıkarmaktadır. O kâfir olmuş kimseler ise; onların (dost ve) velîleri ancak (saptırıcı şeytanlarla, nefsânî istekleri temsil eden) o tâğutlardır ki, onlar da onları (yaratılışlarında bulunan) o (İslâm fıtratının) nûr(un)dan (uzaklaştırıp) o (inkâr, şek ve şüphe gibi) karanlıklara çıkarırlar. İşte sana! Onlar, ancak o (cehennem) ateşin(in ayrılmaz) arkadaşlarıdır. Kendileri onun içinde (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcı kimselerdir.
258﴿ (Ey kıymetli peygamberim!) Allâh kendisine mülk (ve saltanat) verdi diye (şımarıp), Rabbi(nin birliği) hakkında İbrâhîm ile çekişmiş olan (Nemrûd’un kıssasın)ı gör(ür gibi bil)medin mi?! Hani (Rabbinin kim olduğunu sorması üzerine) İbrâhîm: “Benim Rabbim ancak O Zat’tır ki; (ölüleri) diriltir ve (dirileri) öldürür” demişti de, o: “Ben de (ölüm cezâsı verdiğim bir kişiyi afv edip canını bağışlayarak) diriltiyorum ve (istediğimi îdâm ettirerek) öldürüyorum” demişti. (Onun bu sözünden, ne denli ahmak olduğunu anlayan) İbrâhîm (onun yanlış anlayışına îtirâza lüzum görmeyip, inadına da olsa cevap verme imkânı bulamayacağı değişik bir delil getirme yöntemine geçerek): “Şüphesiz Allâh (her sabah) güneşi doğu (tarafın)-dan getirmektedir, haydi sen de (bir kere olsun) onu batı (tarafın)dan getir” demişti de, o kâfir olmuş kimse hemen (tutulup) şaşakalmıştı. Zâten Allâh (hidâyeti kabûl etmekten kaçınarak kendilerini zarara uğratan) o zâlimler gürûhunu (dünyâda hakkı anlayıp doğru delil getirmeye, âhirette de kurtuluşa) hidâyet etmez.
259﴿ Yâhut o kimsenin mislini (gördün mü) ki o (Uzeyr), (tahrîbât netîcesinde) kendisi(nin duvarları), tavanları üzerine düşmüş olan bir karyeye uğramış ve (Allâh-u Te‘âlâ’nın diriltme gücünü takdir etmekle berâber, diriltme şeklini bilmekten acziyetini îtirâf etmek üzere kendi kendine): “Ölümünün ardından Allâh işte bunu(n halkını) nasıl diriltecek (acaba)?” demişti de, Allâh hemen onu (oracıkta öldürüp) yüz sene ölü bırakmış sonra kendisini diriltmişti. O (anda Allâh-u Te‘âlâ ona): “(Sen burada) ne kadar durdun?” buyurmuş, o da: “Bir gün yâhut bir günün bir kısmı (kadar az bir zaman) durdum” demişti. O (Allâh-u Te‘âlâ da): “Doğrusu sen (burada) yüz yıl (ölü olarak) kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bak(ıp gör) ki, (uzun zaman geçmesine rağmen onlar) hiç (bozulup) değişmemiştir. Bir de (kemikleri dağılmış ve çürümüş hâldeki) merkebine bak! Böylece (Bizim üstün gücümüzü anlayasın ve) seni insanlar(ın, öldükten sonra dirilmeye inanmaları) için bir âyet (ve ibret) kılalım diye (tekrar dirilttik). Ayrıca o (merkebine âit) kemiklere bak ki; onları nasıl (birleştirmek için üst üste) kaldırıyoruz da sonra onlara bir et giydiriyoruz?” buyurmuştu. Artık (merkebi gözü önünde diriltilerek, Allâh’ın kudreti) kendisine iyice belirince o: “(Şimdi görerek de) biliyorum ki; şüphesiz Allâh (öldürme ve diriltme dâhil) her şeye (hakkıyla gücü yeten) bir Kadîr’dir” demişti. İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyete göre; Allâh (Celle Celâlühû) Uzeyr (Aleyhisselâm)ı ve merkebini yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltince Uzeyr (Aleyhisselâm) merkebine atlayıp mahallesine geldiğinde evini bulamadı, kimse onu tanımadığı gibi, o da kimseyi tanıyamadı. Tahmin üzere vardığı bir evin kenarında, evvelce kendilerinin câriyesi olan, yüz yirmi yaşındaki kör ve kötürüm bir neneye rastladı. Uzeyr (Aleyhisselâm)ı tanıdığında yirmi yaşında olan bu neneye: “Burası Uzeyr’in evi mi?” diye sorunca, o ağlamaya başlayarak: “Yüz sene oldu Uzeyr’i kaybettiğimiz. Şunca yıldır onun adını anan birini bile duymadık” dedi. Uzeyr (Aleyhisselâm) ona: “İşte ben Uzeyr’im! Allâh beni yüz sene ölü olarak sakladıktan sonra tekrar diriltti” deyince o: “Uzeyr duâsı makbul bir zât idi, o hâlde duâ et ki Allâh gözlerimi bana geri versin de seni göreyim. Eğer Uzeyr isen seni tanırım” dedi. Uzeyr (Aleyhisselâm) Rabbine duâ edip, eliyle nenenin gözlerini sıvazladığı anda görmeye başladı. Elinden tutup: “Allâh’ın izniyle kalk” deyince de, kadın sapasağlam kalkıverdi. Uzeyr (Aleyhisselâm)a bakınca: “Ben şâhitlik ederim ki gerçekten sen Uzeyr’sin” dedi. Sonra birlikte İsrâîloğullarının topluca oturdukları meclise geldiklerinde kadın onlara başından geçenleri anlattıysa da onlar inkâr ettiler. O mecliste Uzeyr (Aleyhisselâm)ın torunları bile pîr-i fânî vaziyette oturuyorlardı, o an için yüz on sekiz yaşında bulunan oğlu: “Benim babamın iki omuzu arasında hilâl şeklinde siyah bir beni vardı” diyerek babasının omuzlarını açınca, o beni görüp babasını tanıdı. O zaman İsrâîloğulları, kaybolmuş olan Tevrât’ı kendilerine yazdırmasını ondan istediler, o da Tevrât’ı ezberinden onlara yazdırdı, sonra Tevrât’ın aslını bulduklarında bir harf bile farklı olmadığını görünce: “Uzeyr, Allâh’ın oğludur” dediler. (İbnü ‘Asâkîr, Târîhu Dımeşk, 40/321-322; es-Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 3/207-211) Kıssanın tafsîlâtı için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 3/77-80
سُورَةُ الْبَقَرَةِ
الجزء ٣
٤٢
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ ﴿٢٥٧
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْي۪ وَيُم۪يتُۙ قَالَ اَنَا۬ اُحْي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ ﴿٢٥٨
اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًاۜ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢٥٩
Bakara Sûresi
42
Cuz 3
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ ﴿٢٥٧
257﴿ Allâh ancak îmân etmiş olan kimselerin Velîsi (yardımcısı ve işlerinin yöneticisi)dir ki, O (Allâh-u Te‘âlâ tevfîk ve hidâyetiyle) onları o (cehâlet, nefse uymak, kâfirliğe götüren vesvese ve şüphelere kapılmak gibi birçok) karanlıklardan (kurtarıp) o (îmân) nûr(un)a çıkarmaktadır. O kâfir olmuş kimseler ise; onların (dost ve) velîleri ancak (saptırıcı şeytanlarla, nefsânî istekleri temsil eden) o tâğutlardır ki, onlar da onları (yaratılışlarında bulunan) o (İslâm fıtratının) nûr(un)dan (uzaklaştırıp) o (inkâr, şek ve şüphe gibi) karanlıklara çıkarırlar. İşte sana! Onlar, ancak o (cehennem) ateşin(in ayrılmaz) arkadaşlarıdır. Kendileri onun içinde (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcı kimselerdir.
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْي۪ وَيُم۪يتُۙ قَالَ اَنَا۬ اُحْي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ ﴿٢٥٨
258﴿ (Ey kıymetli peygamberim!) Allâh kendisine mülk (ve saltanat) verdi diye (şımarıp), Rabbi(nin birliği) hakkında İbrâhîm ile çekişmiş olan (Nemrûd’un kıssasın)ı gör(ür gibi bil)medin mi?! Hani (Rabbinin kim olduğunu sorması üzerine) İbrâhîm: “Benim Rabbim ancak O Zat’tır ki; (ölüleri) diriltir ve (dirileri) öldürür” demişti de, o: “Ben de (ölüm cezâsı verdiğim bir kişiyi afv edip canını bağışlayarak) diriltiyorum ve (istediğimi îdâm ettirerek) öldürüyorum” demişti. (Onun bu sözünden, ne denli ahmak olduğunu anlayan) İbrâhîm (onun yanlış anlayışına îtirâza lüzum görmeyip, inadına da olsa cevap verme imkânı bulamayacağı değişik bir delil getirme yöntemine geçerek): “Şüphesiz Allâh (her sabah) güneşi doğu (tarafın)-dan getirmektedir, haydi sen de (bir kere olsun) onu batı (tarafın)dan getir” demişti de, o kâfir olmuş kimse hemen (tutulup) şaşakalmıştı. Zâten Allâh (hidâyeti kabûl etmekten kaçınarak kendilerini zarara uğratan) o zâlimler gürûhunu (dünyâda hakkı anlayıp doğru delil getirmeye, âhirette de kurtuluşa) hidâyet etmez.
اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًاۜ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢٥٩
259﴿ Yâhut o kimsenin mislini (gördün mü) ki o (Uzeyr), (tahrîbât netîcesinde) kendisi(nin duvarları), tavanları üzerine düşmüş olan bir karyeye uğramış ve (Allâh-u Te‘âlâ’nın diriltme gücünü takdir etmekle berâber, diriltme şeklini bilmekten acziyetini îtirâf etmek üzere kendi kendine): “Ölümünün ardından Allâh işte bunu(n halkını) nasıl diriltecek (acaba)?” demişti de, Allâh hemen onu (oracıkta öldürüp) yüz sene ölü bırakmış sonra kendisini diriltmişti. O (anda Allâh-u Te‘âlâ ona): “(Sen burada) ne kadar durdun?” buyurmuş, o da: “Bir gün yâhut bir günün bir kısmı (kadar az bir zaman) durdum” demişti. O (Allâh-u Te‘âlâ da): “Doğrusu sen (burada) yüz yıl (ölü olarak) kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bak(ıp gör) ki, (uzun zaman geçmesine rağmen onlar) hiç (bozulup) değişmemiştir. Bir de (kemikleri dağılmış ve çürümüş hâldeki) merkebine bak! Böylece (Bizim üstün gücümüzü anlayasın ve) seni insanlar(ın, öldükten sonra dirilmeye inanmaları) için bir âyet (ve ibret) kılalım diye (tekrar dirilttik). Ayrıca o (merkebine âit) kemiklere bak ki; onları nasıl (birleştirmek için üst üste) kaldırıyoruz da sonra onlara bir et giydiriyoruz?” buyurmuştu. Artık (merkebi gözü önünde diriltilerek, Allâh’ın kudreti) kendisine iyice belirince o: “(Şimdi görerek de) biliyorum ki; şüphesiz Allâh (öldürme ve diriltme dâhil) her şeye (hakkıyla gücü yeten) bir Kadîr’dir” demişti. İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyete göre; Allâh (Celle Celâlühû) Uzeyr (Aleyhisselâm)ı ve merkebini yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltince Uzeyr (Aleyhisselâm) merkebine atlayıp mahallesine geldiğinde evini bulamadı, kimse onu tanımadığı gibi, o da kimseyi tanıyamadı. Tahmin üzere vardığı bir evin kenarında, evvelce kendilerinin câriyesi olan, yüz yirmi yaşındaki kör ve kötürüm bir neneye rastladı. Uzeyr (Aleyhisselâm)ı tanıdığında yirmi yaşında olan bu neneye: “Burası Uzeyr’in evi mi?” diye sorunca, o ağlamaya başlayarak: “Yüz sene oldu Uzeyr’i kaybettiğimiz. Şunca yıldır onun adını anan birini bile duymadık” dedi. Uzeyr (Aleyhisselâm) ona: “İşte ben Uzeyr’im! Allâh beni yüz sene ölü olarak sakladıktan sonra tekrar diriltti” deyince o: “Uzeyr duâsı makbul bir zât idi, o hâlde duâ et ki Allâh gözlerimi bana geri versin de seni göreyim. Eğer Uzeyr isen seni tanırım” dedi. Uzeyr (Aleyhisselâm) Rabbine duâ edip, eliyle nenenin gözlerini sıvazladığı anda görmeye başladı. Elinden tutup: “Allâh’ın izniyle kalk” deyince de, kadın sapasağlam kalkıverdi. Uzeyr (Aleyhisselâm)a bakınca: “Ben şâhitlik ederim ki gerçekten sen Uzeyr’sin” dedi. Sonra birlikte İsrâîloğullarının topluca oturdukları meclise geldiklerinde kadın onlara başından geçenleri anlattıysa da onlar inkâr ettiler. O mecliste Uzeyr (Aleyhisselâm)ın torunları bile pîr-i fânî vaziyette oturuyorlardı, o an için yüz on sekiz yaşında bulunan oğlu: “Benim babamın iki omuzu arasında hilâl şeklinde siyah bir beni vardı” diyerek babasının omuzlarını açınca, o beni görüp babasını tanıdı. O zaman İsrâîloğulları, kaybolmuş olan Tevrât’ı kendilerine yazdırmasını ondan istediler, o da Tevrât’ı ezberinden onlara yazdırdı, sonra Tevrât’ın aslını bulduklarında bir harf bile farklı olmadığını görünce: “Uzeyr, Allâh’ın oğludur” dediler. (İbnü ‘Asâkîr, Târîhu Dımeşk, 40/321-322; es-Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 3/207-211) Kıssanın tafsîlâtı için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 3/77-80