سُورَةُسَبَأٍ | ٤٣٠ | الجزء ٢٢ |
وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُٓ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهُۜ حَتّٰٓى اِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَاۙ قَالَ رَبُّكُمْۜ قَالُوا الْحَقَّۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَب۪يرُ ﴿ ٢٣ ﴾ قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلِ اللّٰهُۙ وَاِنَّٓا اَوْ اِيَّاكُمْ لَعَلٰى هُدًى اَوْ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿ ٢٤ ﴾ قُلْ لَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّٓا اَجْرَمْنَا وَلَا نُسْـَٔلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿ ٢٥ ﴾ قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّۜ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ ﴿ ٢٦ ﴾ قُلْ اَرُونِيَ الَّذ۪ينَ اَلْحَقْتُمْ بِه۪ شُرَكَٓاءَ كَلَّاۜ بَلْ هُوَ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿ ٢٧ ﴾ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿ ٢٨ ﴾ وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿ ٢٩ ﴾ قُلْ لَكُمْ م۪يعَادُ يَوْمٍ لَا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَ۟ ﴿ ٣٠ ﴾ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍۨ الْقَوْلَۚ يَقُولُ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَٓا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِن۪ينَ ﴿ ٣١ ﴾
سُورَةُسَبَأٍ | ٤٣٠ | الجزء ٢٢ |
Sebe` Sûresi | 430 | Cüz 22 |
23 O (Allâh-u Sübhânehû)nun katında, kendisine (şefaat etme hususunda) izin verdiği o (peygamberler, âlimler ve şehitler gibi sâlih) kimselerden başkası için şefaat (hakkı yoktur, bu durumda herhangi bir kişi şe faat etmeye kalkışsa da kimseye bir) fayda vermez. (Dolayısıyla bâtıl ilâhlarınızın hiçbir yararını asla bek lemeyin!)/O’nun katında, kendisine (şefaat oluna bilmesi için) izin vermiş olduğu o (imanla ölmüş olan) kimselerden başkasına şefaat faydalı olmaz!/ (İnsanlar mahşerde uzun süre deh şete kapılmış bir halde işin nereye varacağını bekleyip dururlarken,) nihâyet (Rabb’ü’l-izzet’in şefaat müsâadesiyle, şefaat edecek ve edilecek olanların) kalplerinden (tüm) korku( lar) tamamen giderilince (şefaat beklentisine gi renler, şefaat yetkisine sahip kişilere): “Rabbiniz ne şeyi buyurdu?” derler. Onlar da: “(Müminlere şefaat izniyle alâkalı olarak) hakk (olan kelâm)ı (buyurdu)! Zaten (huzurunda değil şefaat, Kendisinden izinsiz hiçbir meleğin ve peygambe rin bile konuşamayacağı derecede ululuk ve büyüklük sahibi olan) Aliyy de, Kebîr de ancak O’dur!” derler.
24 (Habîbim! Müşriklere tevhîd gerçeğini itiraf et tirmek için) de ki: “Göklerden ve yerden sizi sürekli rızıklandıran kimdir?” (Onlar bunu bilseler de mah cup duruma düşmemek için sessiz kalabilirler. O zaman sen) de ki: “Allâh’tır! (Bütün nimetlerin sahibi olan Allâh’a iba det edenle, hiçbir şeye yaramayan cansız varlıkları O’na ortak edenler eşit olamayacağına göre,) gerçekten de biz yahut siz (iki fırkadan birimiz) elbette büyük bir hidâyet üzeredir, ya da pek açık bir sapıklık içe risindedir!”
25 (Rasûlüm!) De ki: “Bizim işlemiş olduğumuz suçtan siz sorulma ya caksınız; sizin yapmakta ol duk larınızdan da biz sorulacak değiliz!”
26 (Habîbim!) De ki: “(Kıyâmet günü) Rabbimiz aramızı birleştirecek, sonra da (hiçbir zulme mahal bırakmadan) aramızda hak ile hüküm verecektir/ (haklıları cennete, haksız larıysa cehenneme göndermekle) ayrım yapacaktır/. Zaten (en zor konulara varıncaya kadar her hususta açıklayıcı hüküm veren) Fettâh da, (kimin hakkında ne hüküm vereceğini hakkıyla bilen) Alîm de ancak O’dur!”
27 (Ey Nebiyy-i zî şânım!) De ki: “O’na kattığınız o ortakları bana gös terin (bakalım! Bu odunlar ve taşlar mı Rabbimin ortaklarıymış)! Hayır! (Bu âciz yaratıklar asla Rabbime ortak ola mazlar!) Doğrusu Azîz ve Hakîm olan Allâh ancak O’dur. (Şöyle ki; O’nun gücü sadece varlığı kendinden olan bir Zât’ta bulunabilir. O’nun yüce hikmeti de ancak Kendisi gibi her şeyi ilmiyle kuşatan bir Zât’a âit olabilir! Sizin taptıklarınızdaysa bu vasıflar ne arar?)”
28 (Rasûlüm!) Biz seni (Arap-Acem, siyah- beyaz ayrımı olmaksızın) topluca bütün insan lara, ancak (inananlar için) ger çek bir müjdeleyici ve (in kâr eden ler için) tam bir uyarıcı olarak gönderdik. Lâkin in sanların pek çoğu (bu gerçeği) bilmez (olduklarından, bu cehâletleri onları sana karşı gelmeye sürük)ler (durur).
29 Onlar (sana ve ashâbına): “İşte bu (kıyâmet kopacağına dâir) vaad(in gerçekleşmesi) ne zaman dır? Eğer (azâbın geleceğine dâir sözünüzde) doğru kimseler olduysanız (onu bize çabucak getirin)!” diyorlar.
30 (Habîbim!) de ki: “Sizin (kıyâ metle karşılaş manız) için, vaad edilen öyle büyük bir gün vardır ki; (vakti geldiğinde) ondan bir an bile sona da kala mazsınız, öne de geçemezsiniz.”
31 O (şirk koşarak) kâfir olmuş kimseler (kendi kitaplarında senin vasıflarını ve dirilme konusunu bu lup bulmadıklarını kitap ehline sordular. Onlardan bu yönde müspet cevap alınca) : “Ne işte bu Kur’ân’a, ne de onun önünde bulunan (kitap)lara asla inanmayacağız!” dedi(ler). (Habîbim!) Sen o zâlimleri, Rableri katında (he sap vermek için) durdurulmuşlarken bir görecek olsaydın! Onların bir kısmı diğer bir kısma söz çevirir de, o zayıf tutulmuş kimseler o büyüklük taslamış olan kişilere: “Siz (bizi doğru yoldan engellemiş) olmasaydınız elbette biz (İslâm’a) inanan kimseler olmuştuk.” der.
Sebe` Sûresi | 430 | Cüz 22 |