وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يرًا ﴿٤٥﴾
﴾45﴿
Yine eğer Allâh (işleyerek) kazanmış oldukları (kâfirlik, şirk koşma ve günahlara bulaşma gibi yersiz ve yakışıksız birtakım) şeyler sebebiyle o (günahkâr) insanları (suçsuzları ise günahkârların uğursuzluğu nedeniyle peşînen cezâlandırmak üzere) yakalayacak olsaydı (yeryüzünde bulunan tüm canlıları topluca helâk ederdi de) onun sırtı üzerinde kıpırdayabilen hiçbir canlı bırakmazdı. Velâkin O (Allâh-u Te‘âlâ), (hak ettikleri cezâyı peşînen vermeyip bilakis) onları adı konulmuş bir süreye kadar geciktirmektedir (ki, ölümleriyle o süreç başlayacaktır). Ama onların müddetlerinin sonu geldiği zaman, şüphesiz ki Allâh, özellikle kullarını dâimâ (hakkıyla gören ve amellerinin karşılığını veren bir) Basîr olmuştur.
OTUZALTINCI SÛRE-İ CELİLE
el-Yâsîn
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. 83 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
يٰسٓۜ ﴿١﴾
﴾1﴿
Yâ! Sîn! Müfessirler bu gibi hurûf-u mukatta‘anın tefsîrinde şöyle demişlerdir: (اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِمُرَادِهِ بِذٰلِكَ) “Bu harfler müteşâbih âyetlerden olduğu için bunlardan murâdının ne olduğunu ziyâdesiyle bilen ancak Allâh’tır.”
وَالْقُرْاٰنِ الْحَك۪يمِۙ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Hakîm olan (Allâh-u Te‘âlâ tarafından indirilmiş olması münâsebetiyle birçok hikmetleri ve dosdoğru hükümleri ihtivâ eden) o Kur’ân’a yemîn olsun ki;
اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ ﴿٣﴾
﴾3﴿
(Habîbim!) Şüphesiz sen elbette rasûl (olarak) gönderilenlerdensin.
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ ﴿٤﴾
﴾4﴿
(Tevhîd inancından ibâret) dosdoğru olan büyük bir yol(da istikāmet) üzere (gönderilen peygamberlerdensin)!
تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ ﴿٥﴾
﴾5﴿
(Habîbim! Sen gönderdiği peygamberlere ve kitaplara inanmayanlardan intikam alma gücüne sâhip olan) O Azîz ve (îmân edenlere son derece acıyıcı olan) O Rahîm’in peyderpey indirdiği (Kur’ân’ın âyetleri)ni (oku)!
لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ ﴿٦﴾
﴾6﴿
Tâ ki sen öyle bir toplumu korkutasın ki, babaları (ve ataları) uyarılmamıştır, bu sebeple onlar (âhirette başlarına gelecek azaplardan) habersiz kimselerdir.
لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٧﴾
﴾7﴿
Andolsun ki; muhakkak (“İnsanlar ve cinlerden topluca cehennemi dolduracağım” meâlindeki) o söz(ümüz) onların ekseriyeti üzerine kesinleşmiştir. Çünkü (Biz ezelî olan hatâsız ilmimizle biliyoruz ki) onlar (bunca delilleri görecekler ama inadına) îmân etmeyecekler.
اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ ﴿٨﴾
﴾8﴿
(Habîbim!) Şüphesiz ki Biz o (bile bile kâfir ola)nların boyunlarına büyük ve korkunç birtakım bukağılar (ve zincir tasmalar) yerleştirdik ki, onlar çenelere kadar (dayanmış)dır, bu sebeple o (seni inkâr ve tehdit eden Ebû Cehil ve iki arkadaşı gibi kodama)nlar kafaları kaldırılıp gözleri yumulmuş kimselerdir. Bu âyet-i kerîme Ebû Cehil ve Mahzûm kabîlesinden olan iki arkadaşı hakkında nâzil olmuştur, şöyle ki; Ebû Cehil, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i namaz kılarken gördüğünde başını taşla ezeceğine dâir yemîn etmiş, sonra namaz kılarken yanına gelip taşı kaldırdığı anda eli boynuna doğru bükülerek taş eline yapışmış, arkadaşlarına dönüp durumu anlattığında ise taşı elinden çok zorlukla sökebilmişler. Bunu gören Mahzûmoğullarından bir adam taşı alarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına gittiğinde Allâh-u Te‘âlâ onun gözünü kör etmiş, arkadaşlarına döndüğünde onlar kendisine seslenene kadar onları bile görememiş. Üçüncüsü kalkıp gittiğinde ise gerisin geri itilerek kafası üzerine düşüp bayılmış. İşte Allâh-u Te‘âlâ bu ve bir sonraki âyet-i celîleyi indirerek onları Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den nasıl engellediğini beyân etmiştir. (el-Hâzin, Lübâbü’t-te’vîl, 4/3; el-Âlûsî, 22/279)
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ ﴿٩﴾
﴾9﴿
Üstelik (onlar sana saldırmak istediklerinde) Biz onların önlerinden doğru büyük bir set, arkalarından doğru da büyük bir set koyduk da, böylece onları(n gözlerini) bürüdük. Bu yüzden onlar (seni) göremezler.
وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٠﴾
﴾10﴿
Ayrıca (onlar kendilerine verilen imkânları doğru yolda kullanmadıkları için) sen onları uyarmış mısın ya da kendilerini uyarmamışsın (bir şey değişmez. Zîrâ her iki durum da); onlara göre eşittir, (ne yaparsan yap her iki sûrette de) îmân etmezler. (Bu yüzden üzülüp kendini yıpratmana değmez.)
اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ ﴿١١﴾
﴾11﴿
(Habîbim!) Sen ancak o kimseyi uyar(ıp yola al)ırsın ki o kişi, (öğütlerle dolu olması hasebiyle bir ismi de) Zikr (olan Kur’ân-ı Kerîm)e (inanıp, hükümleriyle amel ederek ona) hakkıyla tâbi olmuştur ve (Allâh’ın rahmetine güvenerek haramlara daldırmayıp, azâbını görmediği hâlde insanların görmedikleri yerlerde dahî) Rahmân’dan gıyâben korkmuştur. Artık sen onu(n gibi takvâ sâhibi kulları, yaptıkları günahların bağışlanacağına dâir) büyük bir mağfiret ve (sâlih amellerine karşılık) çok değerli bir ecir (ve mükâfât) ile müjdele.
اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟ ﴿١٢﴾
﴾12﴿
Gerçekten Biz; ölüleri ancak Biz dirilteceğiz, üstelik Biz o (insa)nların önceden (dünyâda yapıp âhirete) göndermiş oldukları (iyi ve kötü) şeyleri de, (okuttukları ilim, yazdıkları kitap ve bıraktıkları vakıflar gibi iyi eserlerini de; arkalarından devâm edecek zulüm düzenlerini tesis gibi kötü) eserlerini de /(cumâ ve cemâat yolunda attıkları) adımlarını da/ yazmaktayız. Zâten Biz (onların amellerinden) her bir şeyi; (ilgili meleklere) iyice açıklayan (ve tüm kitapların kendisine bağlı olduğu) büyük bir imâm (olan Levh-i Mahfûz)da onu (ve tüm olmuş ve olacakları birer birer) say(ıp yaz)mışızdır.