v02.01.25 Geliştirme Notları
Fussilet Sûresi
480
Cuz 24
39﴿ (Ey görebilen kişi!) O (Allâh-u Sübhânehû)nun (varlığının, birliğinin ve ölüleri diriltme gücüne sâhip olduğunun) âyet (ve delil)lerindendir ki; gerçekten sen (yağmur yağmadığı zaman) toprağı (kuraklıktan) kuru ve basık olarak görmektesin. Ama bir de Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, o (hemen) hareketlenir ve kabarır. Şüphesiz ki (kurumasının ardından) onu canlandırmış olan O Zât, elbette ölüleri dirilticidir. Muhakkak ki O (Allâh-u Te‘âlâ yoktan yaratmak ve sonradan diriltmek dâhil) her bir şeye (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’dir.
40﴿ O kimseler ki Bizim âyetlerimiz(e mânâ verme) husûsunda haktan sap(ıp doğrudan ayrıl)maktadırlar; gerçekten onlar Bize gizli kalmazlar. Artık o (cehennem) ateşin(in) içine atılacak olan (Ebû Cehil gibi) kimse(lerin hâli) mi daha iyidir, yoksa (Benim peygamberim ile Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Hamza ve Ammâr gibi) kıyâmet günü (tüm korktuklarından) emin olarak (mahşere) gelecek olan kimse mi?! (Ey sonu cehennem olan kâfir ve mülhidler!) Dilediğiniz şeyleri yapın (hiçbir kötülükten geri kalmayın). Gerçekten de O (Allâh-u Te‘âlâ), yapmakta olduğunuz şeyleri (hakkıyla gören ve karşılığını verecek olan bir) Basîr’dir. “Âyetler hakkındaki ilhâd”; “Onlarla ilgili konularda haktan meyletme ve istikāmetten ayrılma” şeklinde tefsir edilmiş olup, bu mânâ ise müfessirlerce birkaç türlü îzâh edilmiştir. İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ): “Kelâmı, mahallinin gayrına hamlederler” derken, “Kur’ân âyetlerini doğru şekilde mânâlandırmayıp, müşrikler hakkında nâzil olanları Müslümanlar hakkında yorumlayan hâricîler gibi bu hususta doğru yoldan sapanlar”ı kastetmiştir. İmam-ı Katâde (Rahimehullâh) bu “İlhâd”ın; “Tekzîb ve yalanlama” anlamına geldiğini, İmâm-ı Mücâhid (Rahimehullâh) da; “Kur’ân tilâveti esnâsında ıslık çalıp alkış tutmak ve gürültü patırtı yapmak” mânâsında olduğunu söylemiştir. Ebû Mâlik (Rahimehullâh) ise âyetleri genel mânâda “Deliller” olarak yorumladığı için, ona göre “İlhâd”; “Cihan âyetlerinin, Allâh-u Te‘âlâ’nın varlığına ve birliğine delâletini hiç düşünmeme ve bu hususta tenkitlerde bulunma” anlamına gelmektedir ki bu mânâ; “Gece ile gündüz; güneş ile ay ve kuru toprağın canlanması” şeklinde daha önce zikredilmiş âyetlere münâsip düşmektedir. (el-Âlûsî)
41﴿ Şüphesiz o kimseler ki, kendilerine geldiği anda (hiç düşünme ihtiyâcı bile duymadan) o Zikr (ve nasîhatlerden ibâret olan Kur’ân-ı Kerîm)i inkâr etmiştirler (işte o inatçılar mutlaka azâba uğratılacaklardır). Hâlbuki şüphesiz o (Kur’ân-ı Kerîm), elbette (benzeri bulunmayan, karşı konulamayan ve Allâh nezdinde çok değerli ve) azîz olan büyük bir Kitâb’tır.
42﴿ (Değiştirilme, çelişki ve asılsız haberler gibi) bâtıl (şeyler) o (Kur’â)na ne önünden ne de ardından (hiçbir tarafından yol bulup) aslâ gelemez. (Çünkü o yüce Kitâb, her işi sağlam ve yerinde olan ve bütün hamdler Kendisine mahsus bulunan) Hakîm ve Hamîd (olan Allâh-u Te‘âlâ nezdin)den indirilmiştir.
43﴿ (Habîbim! Müşriklerin Kur’ân hakkındaki tenkitlerine üzülme, zîrâ) sana ancak senden önceki rasüllere kesinlikle söylenmiş olan şey(ler) söylenmektedir. (O hâlde diğer peygamberler gibi sen de sabret.) Muhakkak senin Rabbin elbette (peygamberlerine îmân edenlere karşı) büyük bir mağfiret sâhibidir ve (aynı zamanda düşmanları için) çok acı verici büyük bir azap sâhibidir.
44﴿ Bir de (Rasûlüm! İnadına Kur’ân’ın Arapça’dan başka bir dille indirilmesini isteyenlere Bizim tarafımızdan de ki:) Eğer Biz onu acemce bir Kur’ân yapsaydık (bu sefer) elbette onlar: “Onun âyetleri (anlayacağımız bir dilde) iyice açıklansaydı ya! Acemce ol(up Arapça olmay)an (bir kitap) ile Arap olan (toplum hiç anlaşır) mı?!” derlerdi. De ki: “O (Kur’ân-ı Kerîm), îmân etmiş olan o (bahtiyar) kimseler için (gerçeği bulduran) büyük bir hidâyet (rehberi)dir ve (maddî-mânevî tüm dertler için de, özellikle göğüslerde bulunan şek ve şüphe hastalıkları için) tam bir şifâdır. Ama o kimseler ki îmân etmiyorlar; onların kulaklarında (bu Kitâb’a karşı) büyük bir ağırlık (ve bir nevî sağırlık) vardır. Üstelik o (müminlerin gözünü gönlünü açan Kur’ân-ı Kerîm) onlara göre bir (karanlık ve) körlüktür.” (Habîbim!) İşte sana! O (müşrik ola)nlar çok uzak olan bir yerden çağırılmakta (olan kimsenin, duyduğu sesin mânâsını anlayamaması gibi, Kur’ân’ın sâdece harflerini duymakta fakat mânâsını anlayamamakta)dırlar.
45﴿ Andolsun ki; muhakkak Biz Mûsâ’ya o (Tevrât) Kitâb’ı(nı) elbette verdik; fakat onun hakkında da ihtilâf edil(erek, bir kısmı tarafından kabûl görüp, diğer birtakımlarınca inkâr edil)di. Ama eğer (inkârcılara cezâları peşin verilmeyip, âhirete tehiriyle ilgili ezelde) senin Rabbin(in nezdin)den geçmiş olan (karârı ifâde eden) bir kelime bulunmasaydı, elbette (haksızların belâsı çarçabuk verilip herkese gösterilir ve böylece hidâyet ehliyle, sapıkların) aralarında (çoktan) hüküm verilmiş (bitmiş) olurdu. Zâten şüphesiz ki o (senin kavminden kâfir ola)nlar elbette o (başlarına gelecek azâbı bildiren Kur’â)ndan dolayı ziyâde huzursuz edici çok büyük bir şüphe içindedir(ler).
46﴿ Her kim sâlih amelleri işlerse, artık o (kişi) kendisi(nin menfaati) için (amel etmiş)dir; kim de kötü bir şey yaparsa, (onun vebâli de) kendi aleyhine (dönecek)dir. Zâten senin Rabbin kullar(ın)a azıcık dahî aslâ zulmedici değildir (ki onlara haksız yere cezâ versin).
سُورَةُ فُصِّلَتْ
الجزء ٢٤
٤٨٠
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنَّكَ تَرَى الْاَرْضَ خَاشِعَةً فَاِذَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَٓاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْۜ اِنَّ الَّذ۪ٓي اَحْيَاهَا لَمُحْيِ الْمَوْتٰىۜ اِنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٣٩
اِنَّ الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَاۜ اَفَمَنْ يُلْقٰى فِي النَّارِ خَيْرٌ اَمْ مَنْ يَأْت۪ٓي اٰمِنًا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِعْمَلُوا مَا شِئْتُمْۙ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿٤٠
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالذِّكْرِ لَمَّا جَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّهُ لَكِتَابٌ عَز۪يزٌۙ ﴿٤١
لَا يَأْت۪يهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِه۪ۜ تَنْز۪يلٌ مِنْ حَك۪يمٍ حَم۪يدٍ ﴿٤٢
مَا يُقَالُ لَكَ اِلَّا مَا قَدْ ق۪يلَ لِلرُّسُلِ مِنْ قَبْلِكَۜ اِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ وَذُو عِقَابٍ اَل۪يمٍ ﴿٤٣
وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْاٰنًا اَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُۜ ءَاَۭۘعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّۜ قُلْ هُوَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَٓاءٌۜ وَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًىۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ۟ ﴿٤٤
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ ف۪يهِۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّهُمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ ﴿٤٥
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِه۪ وَمَنْ اَسَٓاءَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ ﴿٤٦
Fussilet Sûresi
480
Cuz 24
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنَّكَ تَرَى الْاَرْضَ خَاشِعَةً فَاِذَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَٓاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْۜ اِنَّ الَّذ۪ٓي اَحْيَاهَا لَمُحْيِ الْمَوْتٰىۜ اِنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٣٩
39﴿ (Ey görebilen kişi!) O (Allâh-u Sübhânehû)nun (varlığının, birliğinin ve ölüleri diriltme gücüne sâhip olduğunun) âyet (ve delil)lerindendir ki; gerçekten sen (yağmur yağmadığı zaman) toprağı (kuraklıktan) kuru ve basık olarak görmektesin. Ama bir de Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, o (hemen) hareketlenir ve kabarır. Şüphesiz ki (kurumasının ardından) onu canlandırmış olan O Zât, elbette ölüleri dirilticidir. Muhakkak ki O (Allâh-u Te‘âlâ yoktan yaratmak ve sonradan diriltmek dâhil) her bir şeye (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’dir.
اِنَّ الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَاۜ اَفَمَنْ يُلْقٰى فِي النَّارِ خَيْرٌ اَمْ مَنْ يَأْت۪ٓي اٰمِنًا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِعْمَلُوا مَا شِئْتُمْۙ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿٤٠
40﴿ O kimseler ki Bizim âyetlerimiz(e mânâ verme) husûsunda haktan sap(ıp doğrudan ayrıl)maktadırlar; gerçekten onlar Bize gizli kalmazlar. Artık o (cehennem) ateşin(in) içine atılacak olan (Ebû Cehil gibi) kimse(lerin hâli) mi daha iyidir, yoksa (Benim peygamberim ile Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Hamza ve Ammâr gibi) kıyâmet günü (tüm korktuklarından) emin olarak (mahşere) gelecek olan kimse mi?! (Ey sonu cehennem olan kâfir ve mülhidler!) Dilediğiniz şeyleri yapın (hiçbir kötülükten geri kalmayın). Gerçekten de O (Allâh-u Te‘âlâ), yapmakta olduğunuz şeyleri (hakkıyla gören ve karşılığını verecek olan bir) Basîr’dir. “Âyetler hakkındaki ilhâd”; “Onlarla ilgili konularda haktan meyletme ve istikāmetten ayrılma” şeklinde tefsir edilmiş olup, bu mânâ ise müfessirlerce birkaç türlü îzâh edilmiştir. İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ): “Kelâmı, mahallinin gayrına hamlederler” derken, “Kur’ân âyetlerini doğru şekilde mânâlandırmayıp, müşrikler hakkında nâzil olanları Müslümanlar hakkında yorumlayan hâricîler gibi bu hususta doğru yoldan sapanlar”ı kastetmiştir. İmam-ı Katâde (Rahimehullâh) bu “İlhâd”ın; “Tekzîb ve yalanlama” anlamına geldiğini, İmâm-ı Mücâhid (Rahimehullâh) da; “Kur’ân tilâveti esnâsında ıslık çalıp alkış tutmak ve gürültü patırtı yapmak” mânâsında olduğunu söylemiştir. Ebû Mâlik (Rahimehullâh) ise âyetleri genel mânâda “Deliller” olarak yorumladığı için, ona göre “İlhâd”; “Cihan âyetlerinin, Allâh-u Te‘âlâ’nın varlığına ve birliğine delâletini hiç düşünmeme ve bu hususta tenkitlerde bulunma” anlamına gelmektedir ki bu mânâ; “Gece ile gündüz; güneş ile ay ve kuru toprağın canlanması” şeklinde daha önce zikredilmiş âyetlere münâsip düşmektedir. (el-Âlûsî)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالذِّكْرِ لَمَّا جَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّهُ لَكِتَابٌ عَز۪يزٌۙ ﴿٤١
41﴿ Şüphesiz o kimseler ki, kendilerine geldiği anda (hiç düşünme ihtiyâcı bile duymadan) o Zikr (ve nasîhatlerden ibâret olan Kur’ân-ı Kerîm)i inkâr etmiştirler (işte o inatçılar mutlaka azâba uğratılacaklardır). Hâlbuki şüphesiz o (Kur’ân-ı Kerîm), elbette (benzeri bulunmayan, karşı konulamayan ve Allâh nezdinde çok değerli ve) azîz olan büyük bir Kitâb’tır.
لَا يَأْت۪يهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِه۪ۜ تَنْز۪يلٌ مِنْ حَك۪يمٍ حَم۪يدٍ ﴿٤٢
42﴿ (Değiştirilme, çelişki ve asılsız haberler gibi) bâtıl (şeyler) o (Kur’â)na ne önünden ne de ardından (hiçbir tarafından yol bulup) aslâ gelemez. (Çünkü o yüce Kitâb, her işi sağlam ve yerinde olan ve bütün hamdler Kendisine mahsus bulunan) Hakîm ve Hamîd (olan Allâh-u Te‘âlâ nezdin)den indirilmiştir.
مَا يُقَالُ لَكَ اِلَّا مَا قَدْ ق۪يلَ لِلرُّسُلِ مِنْ قَبْلِكَۜ اِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ وَذُو عِقَابٍ اَل۪يمٍ ﴿٤٣
43﴿ (Habîbim! Müşriklerin Kur’ân hakkındaki tenkitlerine üzülme, zîrâ) sana ancak senden önceki rasüllere kesinlikle söylenmiş olan şey(ler) söylenmektedir. (O hâlde diğer peygamberler gibi sen de sabret.) Muhakkak senin Rabbin elbette (peygamberlerine îmân edenlere karşı) büyük bir mağfiret sâhibidir ve (aynı zamanda düşmanları için) çok acı verici büyük bir azap sâhibidir.
وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْاٰنًا اَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُۜ ءَاَۭۘعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّۜ قُلْ هُوَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَٓاءٌۜ وَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًىۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ۟ ﴿٤٤
44﴿ Bir de (Rasûlüm! İnadına Kur’ân’ın Arapça’dan başka bir dille indirilmesini isteyenlere Bizim tarafımızdan de ki:) Eğer Biz onu acemce bir Kur’ân yapsaydık (bu sefer) elbette onlar: “Onun âyetleri (anlayacağımız bir dilde) iyice açıklansaydı ya! Acemce ol(up Arapça olmay)an (bir kitap) ile Arap olan (toplum hiç anlaşır) mı?!” derlerdi. De ki: “O (Kur’ân-ı Kerîm), îmân etmiş olan o (bahtiyar) kimseler için (gerçeği bulduran) büyük bir hidâyet (rehberi)dir ve (maddî-mânevî tüm dertler için de, özellikle göğüslerde bulunan şek ve şüphe hastalıkları için) tam bir şifâdır. Ama o kimseler ki îmân etmiyorlar; onların kulaklarında (bu Kitâb’a karşı) büyük bir ağırlık (ve bir nevî sağırlık) vardır. Üstelik o (müminlerin gözünü gönlünü açan Kur’ân-ı Kerîm) onlara göre bir (karanlık ve) körlüktür.” (Habîbim!) İşte sana! O (müşrik ola)nlar çok uzak olan bir yerden çağırılmakta (olan kimsenin, duyduğu sesin mânâsını anlayamaması gibi, Kur’ân’ın sâdece harflerini duymakta fakat mânâsını anlayamamakta)dırlar.
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ ف۪يهِۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّهُمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ ﴿٤٥
45﴿ Andolsun ki; muhakkak Biz Mûsâ’ya o (Tevrât) Kitâb’ı(nı) elbette verdik; fakat onun hakkında da ihtilâf edil(erek, bir kısmı tarafından kabûl görüp, diğer birtakımlarınca inkâr edil)di. Ama eğer (inkârcılara cezâları peşin verilmeyip, âhirete tehiriyle ilgili ezelde) senin Rabbin(in nezdin)den geçmiş olan (karârı ifâde eden) bir kelime bulunmasaydı, elbette (haksızların belâsı çarçabuk verilip herkese gösterilir ve böylece hidâyet ehliyle, sapıkların) aralarında (çoktan) hüküm verilmiş (bitmiş) olurdu. Zâten şüphesiz ki o (senin kavminden kâfir ola)nlar elbette o (başlarına gelecek azâbı bildiren Kur’â)ndan dolayı ziyâde huzursuz edici çok büyük bir şüphe içindedir(ler).
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِه۪ وَمَنْ اَسَٓاءَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ ﴿٤٦
46﴿ Her kim sâlih amelleri işlerse, artık o (kişi) kendisi(nin menfaati) için (amel etmiş)dir; kim de kötü bir şey yaparsa, (onun vebâli de) kendi aleyhine (dönecek)dir. Zâten senin Rabbin kullar(ın)a azıcık dahî aslâ zulmedici değildir (ki onlara haksız yere cezâ versin).