وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَاۜ مَا كُنْتَ تَدْر۪ي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْا۪يمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْد۪ي بِه۪ مَنْ نَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِنَاۜ وَاِنَّكَ لَتَهْد۪ٓي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۙ ﴿٥٢﴾
﴾52﴿
(Habîbim!) İşte sana! Böylece Biz sana (indirilmesi) emrimizden kaynaklanan /emrimizden (ve nehyimizden) ibâret (olan)/ (ve rûhun bedeni canlandırması gibi kalpleri canlandırması hasebiyle) büyük bir ruh (mesâbesinde olan Kur’ân’ı) vahyettik. Sen (bu vahiyden önce) ne şey (Allâh tarafından vahyedilen) o kitaptır (diye bir şey) bilir olmamıştın, îmân da (senin tarafından bütün tafsîlâtı bilinen bir şey) olmamıştı. Lâkin Biz onu (o Kur’ân’ı) da (diğer İlâhî kitaplar gibi) büyük bir nur yaptık ki, kullarımızdan dilemekte olduğumuz kimseleri onun sebebi ile hidâyet ediyoruz. Ayrıca şüphesiz ki sen (İslâm’ın hükümlerini açıklamak sûretiyle) elbette dosdoğru bir yola (dâvet ederek insanları) hidâyet etmektesin. (Ama hidâyeti yaratmak ancak Allâh-u Te‘âlâ’ya mahsustur.) Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in “Kitâb bilmemesi”; kendisine vahiy gelmeden önce böyle bir kitâba mazhar olacağını bilmemesi anlamındadır ki, kendisine kitap indirileceğini bilmeyen bir kişinin, o kitabın içinde bulunan tafsîlâtı bilmemesi doğaldır. “Îmân bilmemesi” ise; akılla ve Millet-i İbrâhîm’den kendisine intikāl eden kısmıyla bilinemeyip ancak Kur’ân’ın vahyi ile anlaşılabilecek olan bâzı meselelere vâkıf olmayışı mânâsına gelmektedir. Yoksa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) nübüvvetten önce de Allâh-u Te‘âlâ’yı tevhîd (ederek O’nu birliğini kabul) ediyordu, hac ve umre yapıyordu, Lât ve Uzzâ putlarına buğz ediyordu ve putlar adına kesilen hayvanların etlerini yemiyordu ve böylece İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın dîni üzere kulluk ediyordu. Ama kendi şerîatinin hükümleri ancak vahiy başladıktan sonra ona iyice belirmiştir. (en-Nesefî; el-Hâzin; el-Âlûsî)
صِرَاطِ اللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ اَلَٓا اِلَى اللّٰهِ تَص۪يرُ الْاُمُورُ ﴿٥٣﴾
﴾53﴿
(Habîbim! Sen kulları) O Allâh’ın yoluna (hidâyet etmektesin) ki; göklerde olan şeyler de, yer(yüzün)de bulunan şeyler de (yaratılmak, mülkiyet ve yönetim bakımından) sâdece O’na âittir. Âgâh olun ki; (aracıların ortadan kalkacağı o kıyâmet gününde) bütün işler(in karârı) ancak Allâh’a dönüp varacaktır.
KIRKÜÇÜNCÜ SÛRE-İ CELİLE
el-Zuhruf
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. Ancak İmâm-ı Mukatil (Rahimehullâh)`a göre; 45. âyet-i kerîme, (Mi’râc gecesi) Beyt-i Makdis’de nâzil olmuştur, el-İtkan’da zikredildiğine göreyse semada nâzil olmuştur. Medîne’de nâzil olduğu da mervîdir. 89 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
حٰمٓۜ ﴿١﴾
﴾1﴿
Hâ! Mîm! Müfessirler bu gibi hurûf-u mukatta‘anın tefsîrinde şöyle demişlerdir: (اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِمُرَادِهِ بِذٰلِكَ) “Bu harfler müteşâbih âyetlerden olduğu için bunlardan murâdının ne olduğunu ziyâdesiyle bilen ancak Allâh’tır.”
وَالْكِتَابِ الْمُب۪ينِۙ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Yemîn olsun o (hidâyet yollarını iyice) açıklayıcı Kitâb (olan Kur’ân)a /o (ince düşünenler için mânâları) çok açık olan Kitâb’a/!
اِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْءٰنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَۚ ﴿٣﴾
﴾3﴿
Gerçekten Biz onu Arapça (lisân ile vahyedilmiş) bir Kur’ân olarak indirdik, tâ ki siz aklınızı kullanasınız (da onun mânâlarını ve mûcizelerini gereği gibi anlayasınız)!
وَاِنَّهُ ف۪ٓي اُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَك۪يمٌۜ ﴿٤﴾
﴾4﴿
Ayrıca şüphesiz ki o (Kur’ân), o (semâvî) kitapların anası (ve esâsı ola)n (Levh-i Mahfûz)da (yazılmış)dır; Bizim nezdimizde (muhâfaza edilmiş)dir; (yine o Kur’ân diğer kitaplara nazaran) elbette çok yücedir, ziyâde hikmet(li ilimler) sâhibidir /(hiçbir kitap onu nesh etmeyeceği için hükümleri) çok muhkemdir/(diğer kitaplardaki tahrîfatla ilgili karar veren bir) hâkim (mertebesinde)dir/.
اَفَنَضْرِبُ عَنْكُمُ الذِّكْرَ صَفْحًا اَنْ كُنْتُمْ قَوْمًا مُسْرِف۪ينَ ﴿٥﴾
﴾5﴿
(Evet! Hikmetimiz böyle bir Kur’ân’ın size indirilmesine muvâfık bulunmaktadır.) Şimdi siz (sapıklıkta ve cehâlette) haddi aşmış bulunan bir toplum oldunuz diye bu Kitâb’ı sizden ayrı bir tarafa mı uzaklaştıralım?!
وَكَمْ اَرْسَلْنَا مِنْ نَبِيٍّ فِي الْاَوَّل۪ينَ ﴿٦﴾
﴾6﴿
Nitekim (sizden) evvelki (inkârcı toplumlar ve haddi aşmış ümmet)ler içerisinde de birçoğunu nebî olarak (kullarımıza) elçi göndermiştik.
وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٧﴾
﴾7﴿
Bir de onlara hiçbir nebî gelmiyordu ki, özellikle onunla mutlaka sürekli alay ediyorlardı.
فَاَهْلَكْنَٓا اَشَدَّ مِنْهُمْ بَطْشًا وَمَضٰى مَثَلُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٨﴾
﴾8﴿
Nihâyet Biz kuvvet bakımından onlardan daha güçlü olan(lar)ı helâk ettik. Zâten (bu Kur’ân’da) evvelkilerin şaşılacak kıssaları (defâatle) geçmiştir!
وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَز۪يزُ الْعَل۪يمُۙ ﴿٩﴾
﴾9﴿
(Habîbim!) Andolsun ki; sen o (şirk koşa)nlara: “Gökleri ve yeri yaratmış olan kimdir?” diye sorsan, elbette muhakkak onlar (putların âcizliğini bildiklerinden ve bu âlemlerin yaratılışının, üstün bir güce ve sonsuz bir ilme sâhip olan bir Zâta dayanması gerektiğini idrâk ettiklerinden dolayı mecbûren): “Onları O Azîz ve Alîm (olan; O istediğini yaratma gücüne sâhip olan ve yarattıklarının yönetimini çok iyi bilen Allâh-u Te‘âlâ) yarattı” diyeceklerdir.
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۚ ﴿١٠﴾
﴾10﴿
(Gökleri ve yeri yaratan) O Zâttır ki; sizin için yeri bir döşek yapmış ve orada sizin için birtakım yollar tâyin etmiştir, tâ ki siz (o yolları izleyerek gideceğiniz yerlere kolayca) ulaşasınız.