v02.01.25 Geliştirme Notları
Ahkâf Sûresi
503
Cuz 26
15﴿ Biz insana da, ana-babasına tam bir iyilikte bulunmasını kuvvetlice emrettik. Annesi onu meşakkatle (dokuz ay karnında) taşıdı ve onu zahmetle doğurdu. Onu taşıması ve (sütten) ayırması ise otuz aydır. (Nitekim hâmileliğin en az müddeti altı ay, emzirmenin en çok süresi ise iki senedir.) Netîcede o (çocuk yaşayıp) en kuvvetli çağı (olan otuz-otuz üç yaşları)na ulaştığında ve (bunun sonunda) kırk seneye vardığı zaman: “Ey Rabbim! Bana ve anne-babama lütfetmiş bulunduğun o (sayısız) nîmetine şükretmeme, bir de kendisinden râzı olacağın değerli pek çok sâlih amel işlememe beni düşkün kıl. Ayrıca Sen benim için zürriyetim (ve çoluk-çocuğum) hakkında salâhı (takvâyı ve iyi hâli) sirâyet edici yap (ki bu hâl onlara da işlesin de sâlih kimselerden olsunlar). Şüphesiz ki ben (râzı olmayacağın şeyler yapmaktan) Sana tevbe ettim ve muhakkak ki ben (amellerini Sana tahsis eden) Müslümanlardanım” dedi.
16﴿ (Habîbim!) İşte sana! Onlar ancak o kimselerdir ki; Biz onlardan yapmış oldukları şeylerin (mübahlar gibi, sevap ve kabûl gerektirmeyenlerini değil de, ibâdetler gibi) en güzel olanlarını kabûl ederiz ve cennet ashâbı içerisinde bulundukları hâlde onların da kötü işlerin(e cezâ vermek)den geçeriz. (Allâh adına peygamberler tarafından iletilen) o dosdoğru söz verme ile (dünyâda müjdelenmiştiler) ki, onlar sürekli (onunla) vaad olunuyorlardı. Bu âyet-i celîle Ebû Bekr-i Sıddîk (Radıyallâhu Anh) hakkında inmiştir. (et-Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 22/115) Şöyle ki o, kendisinden iki yaş büyük olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile, on sekiz yaşından îtibâren birlikte olmuş, ne yolculukta, ne de ikāmette ondan hiç ayrılmamıştır. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kırk yaşına ulaştığında peygamberlik şerefine nâil olunca, o an için otuz sekiz yaşında olan Ebû Bekr-i Sıddîk (Radıyallâhu Anh) hemen ona îmân etmiş, kendisi kırk yaşına varınca da âyet-i kerîmede geçen duâyı yapmıştır. İşte bu duâsının netîcesi olarak, anne-babası İslâm’a girmekle şereflenmiştir ki, onun dışında bu şeref muhâcirlerden hiçbirine nasip olmamıştır. İstediği sâlih amele de muvaffak kılınmış, böylece Allâh uğrunda işkenceye mâruz kalmış dokuz mümin köleyi satın alarak âzâd etmiştir ki, onlardan biri de Bilâl-i Habeşî (Radıyallâhu Anh)dır. Zürriyeti hakkındaki duâsı da kabûl olarak, bütün çocukları ve torunları îmânla şereflenmişlerdir. Buna göre babası Ebû Kuhâfe, Annesi Ümmü’l-Hayr, oğlu Abdurrahmân ve onun oğlu Muhammed (Radıyallâhu Anhüm), hem İslâm ile hem de sahâbî olmakla şereflenmiştir ki, böyle bir saâdet Ebû Bekr (Radıyallâhu Anh) dışında sahâbenin hiçbirinde toplanmamıştır. (el-Beyzâvî; en-Nesefî; el-Hâzin,-Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 5/481)
17﴿ Ama o kimse ki (kendisini îmâna çağıran) ana-babasına: “Üf ikinize (bıktım sizden)! Benden önce bunca asırlar (halkı) kesinlikle (gelip) geçmişken (ve onlardan hiçbiri dirilip kabrinden çıkmamışken), ikiniz beni (ölümümün ardından diriltilip kabrimden) çıkartılacağımla mı tehdit ediyorsunuz?!” demişti. O ikisi ise (onun bu inkârından rahatsızlıklarını belirtmek üzere: “Senden Allâh’a sığınırız” diyerek) Allâh’tan yardım istiyorlardı (bir yandan da ona nasîhati elden bırakmayarak diyorlardı) ki: “(Senin gibi davranan kişi helâki hak etmiş olur, böylece) helâk sana (da gelip çatacaktır)! (Öyleyse kendine yazık etmeyi bırak da, dirilmeye) îmân et. Şüphesiz ki Allâh’ın (bütün kulları diriltip hesâba çekeceğine dâir) vaadi kesin bir haktır.” Yine de o (onlara inanmayarak): “İşte bu (Allâh’ın sözü diye beni korkuttuğunuz şeyler), ancak evvelkilerin yazdığı gerçek dışı şeylerdir” diyordu.
18﴿ (Habîbim!) İşte sana! Onlar ancak o kimselerdir ki, kendilerinden önce (gelip) geçmiş bulunan birçok (kâfir ve âsî) cin ve insan toplulukları içerisinde (“Andolsun; elbette cehennemi, cinler ve insanların kâfir ve âsîlerinden topluca dolduracağım” şeklindeki) o (azap) söz(ümüz) kesinlikle bunlar üzerine de hak olmuştur. Çünkü gerçekten onlar (ve bunlar, îmânı tercih ederek ebedî saâdet kazanacak yerde inkâra meylederek, telâfisi mümkün olmayan bir zarar ve) hüsrâna uğramış kimseler olmuştular.
19﴿ (Mükelleflerin) yapmış oldukları (iyi veyâ kötü) şeylerden dolayı her biri için de (cennette veyâ cehennemde elde edecekleri) birtakım dereceler (ve derekeler) vardır. Tâ ki O (Allâh-u Te‘âlâ) onlara amellerini(n karşılığını) tastamam versin (diye)! Zâten onlar (sevapları eksiltilerek ya da azapları artırılarak) zulme uğratılmazlar.
20﴿ O inkâr etmiş olan kimselerin de o (cehennem) ateş(in)e arz olunacakları gün (kendilerine denilecektir) ki: “Siz bütün lezzetli şeylerinizi o en alçak (dünyâ) hayâtınızda (tamâmen tüketip) giderdiniz ve onlarla iyice faydalandınız (artık sizin için burada zevk alacağınız hiçbir şey kalmamıştır). İşte bugün siz, o yer(yüzün)de haksız yere sürekli çokça kibirlenir olmanız nedeniyle, bir de (Allâh’ın tâatından çıkarak) sürekli fâsıklık yapar olmanız yüzünden alçaklık azâbıyla cezâlandırılacaksınız.”
سُورَةُ الْاَحْقَافِ
الجزء ٢٦
٥٠٣
وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ اِحْسَانًاۜ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ كُرْهًا وَوَضَعَتْهُ كُرْهًاۜ وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلٰثُونَ شَهْرًاۜ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ اَشُدَّهُ وَبَلَغَ اَرْبَع۪ينَ سَنَةًۙ قَالَ رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَصْلِحْ ل۪ي ف۪ي ذُرِّيَّت۪يۚ اِنّ۪ي تُبْتُ اِلَيْكَ وَاِنّ۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٥
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ نَتَقَبَّلُ عَنْهُمْ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَنَتَجَاوَزُ عَنْ سَيِّـَٔاتِهِمْ ف۪ٓي اَصْحَابِ الْجَنَّةِۜ وَعْدَ الصِّدْقِ الَّذ۪ي كَانُوا يُوعَدُونَ ﴿١٦
وَالَّذ۪ي قَالَ لِوَالِدَيْهِ اُفٍّ لَكُمَٓا اَتَعِدَانِن۪ٓي اَنْ اُخْرَجَ وَقَدْ خَلَتِ الْقُرُونُ مِنْ قَبْل۪ي وَهُمَا يَسْتَغ۪يثَانِ اللّٰهَ وَيْلَكَ اٰمِنْۗ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّۚ فَيَقُولُ مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿١٧
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ ﴿١٨
وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۚ وَلِيُوَفِّيَهُمْ اَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿١٩
وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِۜ اَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ ف۪ي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَاۚ فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَفْسُقُونَ۟ ﴿٢٠
Ahkâf Sûresi
503
Cuz 26
وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ اِحْسَانًاۜ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ كُرْهًا وَوَضَعَتْهُ كُرْهًاۜ وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلٰثُونَ شَهْرًاۜ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ اَشُدَّهُ وَبَلَغَ اَرْبَع۪ينَ سَنَةًۙ قَالَ رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَصْلِحْ ل۪ي ف۪ي ذُرِّيَّت۪يۚ اِنّ۪ي تُبْتُ اِلَيْكَ وَاِنّ۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٥
15﴿ Biz insana da, ana-babasına tam bir iyilikte bulunmasını kuvvetlice emrettik. Annesi onu meşakkatle (dokuz ay karnında) taşıdı ve onu zahmetle doğurdu. Onu taşıması ve (sütten) ayırması ise otuz aydır. (Nitekim hâmileliğin en az müddeti altı ay, emzirmenin en çok süresi ise iki senedir.) Netîcede o (çocuk yaşayıp) en kuvvetli çağı (olan otuz-otuz üç yaşları)na ulaştığında ve (bunun sonunda) kırk seneye vardığı zaman: “Ey Rabbim! Bana ve anne-babama lütfetmiş bulunduğun o (sayısız) nîmetine şükretmeme, bir de kendisinden râzı olacağın değerli pek çok sâlih amel işlememe beni düşkün kıl. Ayrıca Sen benim için zürriyetim (ve çoluk-çocuğum) hakkında salâhı (takvâyı ve iyi hâli) sirâyet edici yap (ki bu hâl onlara da işlesin de sâlih kimselerden olsunlar). Şüphesiz ki ben (râzı olmayacağın şeyler yapmaktan) Sana tevbe ettim ve muhakkak ki ben (amellerini Sana tahsis eden) Müslümanlardanım” dedi.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ نَتَقَبَّلُ عَنْهُمْ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَنَتَجَاوَزُ عَنْ سَيِّـَٔاتِهِمْ ف۪ٓي اَصْحَابِ الْجَنَّةِۜ وَعْدَ الصِّدْقِ الَّذ۪ي كَانُوا يُوعَدُونَ ﴿١٦
16﴿ (Habîbim!) İşte sana! Onlar ancak o kimselerdir ki; Biz onlardan yapmış oldukları şeylerin (mübahlar gibi, sevap ve kabûl gerektirmeyenlerini değil de, ibâdetler gibi) en güzel olanlarını kabûl ederiz ve cennet ashâbı içerisinde bulundukları hâlde onların da kötü işlerin(e cezâ vermek)den geçeriz. (Allâh adına peygamberler tarafından iletilen) o dosdoğru söz verme ile (dünyâda müjdelenmiştiler) ki, onlar sürekli (onunla) vaad olunuyorlardı. Bu âyet-i celîle Ebû Bekr-i Sıddîk (Radıyallâhu Anh) hakkında inmiştir. (et-Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 22/115) Şöyle ki o, kendisinden iki yaş büyük olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile, on sekiz yaşından îtibâren birlikte olmuş, ne yolculukta, ne de ikāmette ondan hiç ayrılmamıştır. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kırk yaşına ulaştığında peygamberlik şerefine nâil olunca, o an için otuz sekiz yaşında olan Ebû Bekr-i Sıddîk (Radıyallâhu Anh) hemen ona îmân etmiş, kendisi kırk yaşına varınca da âyet-i kerîmede geçen duâyı yapmıştır. İşte bu duâsının netîcesi olarak, anne-babası İslâm’a girmekle şereflenmiştir ki, onun dışında bu şeref muhâcirlerden hiçbirine nasip olmamıştır. İstediği sâlih amele de muvaffak kılınmış, böylece Allâh uğrunda işkenceye mâruz kalmış dokuz mümin köleyi satın alarak âzâd etmiştir ki, onlardan biri de Bilâl-i Habeşî (Radıyallâhu Anh)dır. Zürriyeti hakkındaki duâsı da kabûl olarak, bütün çocukları ve torunları îmânla şereflenmişlerdir. Buna göre babası Ebû Kuhâfe, Annesi Ümmü’l-Hayr, oğlu Abdurrahmân ve onun oğlu Muhammed (Radıyallâhu Anhüm), hem İslâm ile hem de sahâbî olmakla şereflenmiştir ki, böyle bir saâdet Ebû Bekr (Radıyallâhu Anh) dışında sahâbenin hiçbirinde toplanmamıştır. (el-Beyzâvî; en-Nesefî; el-Hâzin,-Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 5/481)
وَالَّذ۪ي قَالَ لِوَالِدَيْهِ اُفٍّ لَكُمَٓا اَتَعِدَانِن۪ٓي اَنْ اُخْرَجَ وَقَدْ خَلَتِ الْقُرُونُ مِنْ قَبْل۪ي وَهُمَا يَسْتَغ۪يثَانِ اللّٰهَ وَيْلَكَ اٰمِنْۗ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّۚ فَيَقُولُ مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿١٧
17﴿ Ama o kimse ki (kendisini îmâna çağıran) ana-babasına: “Üf ikinize (bıktım sizden)! Benden önce bunca asırlar (halkı) kesinlikle (gelip) geçmişken (ve onlardan hiçbiri dirilip kabrinden çıkmamışken), ikiniz beni (ölümümün ardından diriltilip kabrimden) çıkartılacağımla mı tehdit ediyorsunuz?!” demişti. O ikisi ise (onun bu inkârından rahatsızlıklarını belirtmek üzere: “Senden Allâh’a sığınırız” diyerek) Allâh’tan yardım istiyorlardı (bir yandan da ona nasîhati elden bırakmayarak diyorlardı) ki: “(Senin gibi davranan kişi helâki hak etmiş olur, böylece) helâk sana (da gelip çatacaktır)! (Öyleyse kendine yazık etmeyi bırak da, dirilmeye) îmân et. Şüphesiz ki Allâh’ın (bütün kulları diriltip hesâba çekeceğine dâir) vaadi kesin bir haktır.” Yine de o (onlara inanmayarak): “İşte bu (Allâh’ın sözü diye beni korkuttuğunuz şeyler), ancak evvelkilerin yazdığı gerçek dışı şeylerdir” diyordu.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ ﴿١٨
18﴿ (Habîbim!) İşte sana! Onlar ancak o kimselerdir ki, kendilerinden önce (gelip) geçmiş bulunan birçok (kâfir ve âsî) cin ve insan toplulukları içerisinde (“Andolsun; elbette cehennemi, cinler ve insanların kâfir ve âsîlerinden topluca dolduracağım” şeklindeki) o (azap) söz(ümüz) kesinlikle bunlar üzerine de hak olmuştur. Çünkü gerçekten onlar (ve bunlar, îmânı tercih ederek ebedî saâdet kazanacak yerde inkâra meylederek, telâfisi mümkün olmayan bir zarar ve) hüsrâna uğramış kimseler olmuştular.
وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۚ وَلِيُوَفِّيَهُمْ اَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿١٩
19﴿ (Mükelleflerin) yapmış oldukları (iyi veyâ kötü) şeylerden dolayı her biri için de (cennette veyâ cehennemde elde edecekleri) birtakım dereceler (ve derekeler) vardır. Tâ ki O (Allâh-u Te‘âlâ) onlara amellerini(n karşılığını) tastamam versin (diye)! Zâten onlar (sevapları eksiltilerek ya da azapları artırılarak) zulme uğratılmazlar.
وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِۜ اَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ ف۪ي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَاۚ فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَفْسُقُونَ۟ ﴿٢٠
20﴿ O inkâr etmiş olan kimselerin de o (cehennem) ateş(in)e arz olunacakları gün (kendilerine denilecektir) ki: “Siz bütün lezzetli şeylerinizi o en alçak (dünyâ) hayâtınızda (tamâmen tüketip) giderdiniz ve onlarla iyice faydalandınız (artık sizin için burada zevk alacağınız hiçbir şey kalmamıştır). İşte bugün siz, o yer(yüzün)de haksız yere sürekli çokça kibirlenir olmanız nedeniyle, bir de (Allâh’ın tâatından çıkarak) sürekli fâsıklık yapar olmanız yüzünden alçaklık azâbıyla cezâlandırılacaksınız.”