ELLİÜÇÜNCÜ SÛRE-İ CELİLE
el-Necm
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. Ancak, 32. âyet Medenî’dir. 62 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ ﴿١﴾
﴾1﴿
(Gökten haberler kapmak için birbirinin üstüne binen şeytanları taşlamak için peşlerine) düştüğü zaman yıldızlara yemîn olsun ki;
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Arkadaşınız (olan Muhammed hak yoldan ayrılarak) sapmamıştır ve bâtıla inanıp cehâlete düşmemiştir.
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ ﴿٣﴾
﴾3﴿
O (âhir zaman nebîsi) nefsânî bir arzu ile konuşmaz.
اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ ﴿٤﴾
﴾4﴿
O(nun söyledikleri) ancak çok değerli bir vahiydir ki (Allâh-u Te‘âlâ tarafından Cebrâîl vâsıtasıyla kendisine) vahyedilmektedir. Tefsirlerde zikredildiğine göre; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in din adına söylediği her şey bu âyette geçen “Vahy” mefhûmuna dâhildir. Dolayısıyla hadîs-i şerîfler de vahiydir. (el-Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl; el-Hâzin, Lübâbü’t-te’vîl, -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 6/99) Mâtürîdî (Rahimehullâh): “Sana vahyolunana tâbi ol” (Yûnus Sûresi:109’dan) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde: “Bu vahiy Kur’ân’la sınırlı değildir, sünnete (hadîs-i şerîflere) de şâmildir” demiştir. (Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, 6/93) Bu hususta geniş mâlûmât için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 19/799-803
عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ ﴿٥﴾
﴾5﴿
Ona (Kur’ân’ı) o kuvvetleri çok şiddetli olan (Cebrâîl) öğretmiştir. Tefsirlerde Cibrîl (Aleyhisselâm)ın kuvvetine misal olarak, Lût kavminin vilâyetlerini tek kanadıyla kökünden söküp göğe kaldırdıktan sonra ters çevirmesi özellikle zikredilmiştir. (et-Teysîr; el-Beyzâvî)
ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ ﴿٦﴾
﴾6﴿
Sağlam görüş sâhibi (olan Cibrîl ona vahyi indirmiştir)! Derken o (Cibrîl her zaman süratle hareket ederken bu sefer Hirâ Mağarası’nda o Nebî’nin karşısında ayakta durur hâlde) dosdoğru belirdi (ve her biri ufku kapatacak kadar büyük olan altı yüz kanadıyla ufku kapattı).
وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ ﴿٧﴾
﴾7﴿
Hâlbuki o (Cibrîl, Rasûlüllâh’a göre göğün doğu tarafına düşen) en üst ufukta idi.
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ ﴿٨﴾
﴾8﴿
Sonra (Cibrîl, Rasûlüllâh’a) yanaştı, akabinde (havadan aşağı doğru) sarkıp yanına indi.
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ ﴿٩﴾
﴾9﴿
Artık (Cibrîl ile Rasûlüllâh arasındaki mesâfe) iki zirâ‘ miktârı (ve iki arşın kadar yakın) yâhut (bakanın nazarında) daha yakın oldu.
فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ ﴿١٠﴾
﴾10﴿
Akabinde o (Cibrîl), vahyetmiş olduğu (çok önemli) şeyleri O (Allâh-u Sübhânehû)nun (şerefli) kulu (olan Muhammed Mustafâ’sı)na vahyetti.
مَا كَذَبَ الْفُؤٰادُ مَا رَاٰى ﴿١١﴾
﴾11﴿
O (Rasûlüllâh’ın) kalb(i Cibrîl’i asıl sûreti üzere gördüğü zaman) görmüş olduğu o şeyi yalan kabûl etmedi (ve ona: “Seni tanımadım” demedi, bilakis onu hakîkaten gördüğünü idrâk etti).
اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى ﴿١٢﴾
﴾12﴿
(Ey Mekke müşrikleri!) Şimdi siz, (Rasûlümün gözüyle) gördüğü şeye karşı mı onunla mücâdele ediyorsunuz?!
وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ ﴿١٣﴾
﴾13﴿
Andolsun ki; elbette o (Nebî, Cibrîl ile sonra bir daha karşılaştı ve) onu (Mi‘râc Gecesi’ndeki) diğer bir iniş(in)de de (asıl yaratıldığı şekli üzere) gerçekten gördü.
عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى ﴿١٤﴾
﴾14﴿
Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında (o Nebî Cibrîl’i bir daha gördü)! Tefsirlerde zikredildiği üzere; “Sidre” Arabistan kirazını andıran bir ağaçtır ki yedinci kat semâda Arş’ın sağında bulunmaktadır. O ağaç bütün kulların ilimlerinin ve amellerinin ulaştığı son nokta, şehitlerin ve müminlerin ruhlarının da son durağı olması hasebiyle “Müntehâ” sıfatıyla anılmıştır. Zîrâ ondan ötesi hakkında Allâh’tan başka kimsenin bilgisi yoktur. Mi‘râc hadîsinde yapraklarının filkulağı gibi, meyvelerinin de büyük küpler gibi olduğu ve at koşturan kimsenin, gölgesinde yüz sene gidebileceği kadar büyük olduğu zikredilmiştir. (el-Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl; el-Hâzin, Lübâbü’t-te’vîl; en-Nesefî, el-Medârik; -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 6/103)
عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ ﴿١٥﴾
﴾15﴿
(O Sidretü’l-Müntehâ ki takvâ sâhiplerinin barınağı olan) Me’vâ cenneti onun yanındadır.
اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ ﴿١٦﴾
﴾16﴿
Bir zamanda (o Nebiyy-i zîşân Cibrîl’i gördü) ki; kaplayan (o acâyip) şeyler o Sidre’yi kaplıyordu. Hadîs-i şerîflerde o ağacı kaplayan şeyler hakkında: “Allâh-u Te‘âlâ’nın nûru, yeşil kuşlar, altın çekirgeler, inci, yâkut, zebercedler ve her yaprağına konup tesbih eden melekler” şeklinde rivâyetler zikredilmiştir. (et-Teysîr, 14/117; el-Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl; el-Hâzin, Lübâbü’t-te’vîl; en-Nesefî, el-Medârik; -Mecmû‘atü’t-tefâsîr-, 6/103-104)
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى ﴿١٧﴾
﴾17﴿
O (Rasûlün) göz(ü bakmakla emrolunduğu şeyleri görmekten başka bir tarafa doğru) kaymadı ve (kendisi için tâyin edilen sınırı) aşmadı.
لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى ﴿١٨﴾
﴾18﴿
Andolsun ki; o (Nebiyy-i zîşân), Rabbinin en büyük olan âyetlerinden önemli bir kısmını (Mi‘râc Gecesi’nde) elbette görmüştür.
اَفَرَاَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزّٰىۙ ﴿١٩﴾
﴾19﴿
(Ey müşrikler!) Şimdi siz gördünüz mü o (taptığınız) Lât ve Uzzâ’yı?!
وَمَنٰوةَ الثَّالِثَةَ الْاُخْرٰى ﴿٢٠﴾
﴾20﴿
Bir de o (sıralamada) çok geri kalmış üçüncü (put) olan Menât’ı (da gördünüzse söyleyin bakalım, onlar Allâh-u Te‘âlâ’nın sâhip olduğu sonsuz kudret karşısında en ufak bir güce sâhip midirler?)!
اَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى ﴿٢١﴾
﴾21﴿
(Yoksa) erkekler özellikle size âittir de, o (hoşlanmadığınız ve) dişi (sandığınız melek)ler O (Allâh-u Azîmüşşâ)na mı mahsustur?!
تِلْكَ اِذًا قِسْمَةٌ ض۪يزٰى ﴿٢٢﴾
﴾22﴿
(Ey müşrik insan!) İşte sana! O takdirde bu (yaptığın paylaştırma), ziyâde zâlimâne bir taksimdir.
اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ ﴿٢٣﴾
﴾23﴿
(Ey müşrikler!) O(tapı)n(dığınız put)lar ancak, sizin ve babalarınızın kendilerini ad olarak taktığınız (ama hâriçte karşılığı olmayan) birtakım isimlerdir ki, Allâh onlar(ın ibâdete lâyık ilâhlar olduğu) hakkında delillerden hiçbir şey indirmemiştir. (Demek ki) o (şirk koşa)nlar ancak zanna (ve birtakım varsayımlara tâbi olmaktadırlar), bir de o (kötü şeyler isteyen) nefislerin(in) arzulamakta olduğu şeylere harfiyyen uymaktadırlar. Hâlbuki andolsun; Rablerinden onlara gerçekten hidâyet gelmiştir.
اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ ﴿٢٤﴾
﴾24﴿
Yoksa (putlarının şefâati husûsunda) temennî ettiği şey o (kâfir) insan için var mıdır?!
فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟ ﴿٢٥﴾
﴾25﴿
(Kâfirler taptıkları ilâhların şefâatine ulaşamayacaktır) çünkü âhiret (de), o en ilk olan (dünyâ) da sâdece Allâh’a âittir. (Dolayısıyla sizin arzunuz değil, O’nun dilediği olacaktır.)
وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـًٔا اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى ﴿٢٦﴾
﴾26﴿
Ayrıca göklerde meleklerden nicesi vardır ki, onların şefâatleri (bile) hiçbir şeyle (hiçbir kimseye) yararlı olamayacaktır. Ancak Allâh’ın dilemekte ve rızâ göstermekte olduğu (îmân ehli) kimseler(e şefâat etmeleri) için izin vermesinden sonra müstesnâ! (Îmân etmeden meleklerin şefâatini bekleyenlerin bile durumu böyleyken ya putlardan medet umanların hâli nice olur!)