ELLİSEKİZİNCİ SÛRE-İ CELİLE
el-Mücâdele
SÛRE-İ CELîLESİ
Medenî (Medîne-i Münevvere döneminde inmiş)dir. 22 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَى اللّٰهِۗ وَاللّٰهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ ﴿١﴾
﴾1﴿
(Habîbim!) Kocası hakkında seninle mücâdele eden ve şikâyetini Allâh’a açıklayan o kadının sözünü Allâh gerçekten işitmiştir. Allâh her ikinizin karşılıklı konuşmasını işitiyordu. Şüphesiz ki Allâh (zorda kalanın şikâyetlenme ifâdeleri dâhil tüm sesleri idrâk sıfatına sâhip olan bir) Semî‘dir, (dara düşmüşün durumu dâhil tüm hâlleri hakkıyla gören bir) Basîr’dir. Tefsîrlerde zikredildiğine göre; Evs ibnü Sâmit’in hanımı Havle bintü Sa‘lebe (Radıyallâhu Anhümâ), Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek kocasının kendisine söylemiş olduğu: “Sen bana annemin sırtı gibisin” sözü hakkında fetvâ istedi, şöyle ki; yaşlılığından dolayı biraz huyu bozulan kocası bir gün onun yanına girip kendisinden bir şey istemiş, istediği olmayınca da kızgınlıkla bu sözü söylemişti. Câhiliyet devrinde bir adam hanımına bu sözü söylediğinde karısı ona haram sayılıyordu. Zıhar denen bu muâmele İslâm’da bir ilkti. Kocası ânında pişmân olup onu yanına çağırdıysa da o yemîn ederek: “Sen bu sözü söylemişken Allâh ve Rasûlü bizim hakkımızda hüküm verinceye kadar bana ulaşamazsın” diyerek geri durdu. Sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek, kocasının kendisiyle gençken evlendiğini, yaşlanıp çocuğu çoğaldığında ise kendisini annesi yerine koyarak terk ettiğini dile getirdi ve yeniden birleşebilmeleri için bir ruhsat istedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Şu âna kadar senin hakkında bana bir şey emrolunmadı ama ben senin ona haram olduğunu zannediyorum” buyurunca o, kocasının boşama ifâdesi kullanmadığını söyleyerek defâatle bu hususta mücâdeleye giriştikten sonra başını semâya kaldırarak: “Ey Allâh! Yalnızlığımın zorluğunu ve kocamın ayrılığının meşakkatini Sana şikâyet ediyorum! Üstelik benim küçük çocuklarım da var ki; onları ona versem zâyi olurlar, ben alsam aç kalırlar” diye durumunu Allâh-u Te‘âlâ’ya arz etti ve daha yerinden ayrılmadan onun hakkında bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. Bunun üzerine Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Ey Havle! Müjde olsun!” buyurdu. O da: “Hayrolsun!” deyince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona bu âyet-i kerîmeleri okudu. (et-Teysîr, 14/316-318; el-Âlûsî, 26/465)
اَلَّذ۪ينَ يُظَاهِرُونَ مِنْكُمْ مِنْ نِسَٓائِهِمْ مَا هُنَّ اُمَّهَاتِهِمْۜ اِنْ اُمَّهَاتُهُمْ اِلَّا الّٰٓـ۪ٔي وَلَدْنَهُمْۜ وَاِنَّهُمْ لَيَقُولُونَ مُنْكَرًا مِنَ الْقَوْلِ وَزُورًاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Sizin içinizden o kimseler ki; kadınlarından zıhâr yap(mak sûretiyle onlarla birleşmeyi ebediyyen yasaklayarak uzaklaş)maktadırlar, (onlar büyük bir yanlış içindedirler, çünkü gerçekte) o (kadı)nlar kendilerinin anneleri değillerdir. Onların anaları ancak o kadınlardır ki onları doğurmuşturlar. (Dolayısıyla ancak sütanneleri gibi, Allâh-u Te‘âlâ’nın tâyin ettiği kadınlar haramlık husûsunda kendi annelerine benzeyebilir. Eşler ise, onların annesi yerinde olmaktan en uzak kimselerdir.) Böylece şüphesiz onlar elbette (hem dîne, hem de akla göre doğru) bilinmeyen (ve meşrû sayılmayan) bir söz ve bir yalan söylemektedirler. Ama gerçekten Allâh elbette (çokça afv eden bir) Afüvv’dür, (çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur.
وَالَّذ۪ينَ يُظَاهِرُونَ مِنْ نِسَٓائِهِمْ ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا فَتَحْر۪يرُ رَقَبَةٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَتَمَٓاسَّاۜ ذٰلِكُمْ تُوعَظُونَ بِه۪ۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ ﴿٣﴾
﴾3﴿
Bir de o kişiler ki; kadınlarından zıhâr yap(mak sûretiyle onlarla birleşmeyi ebediyyen yasaklayarak uzaklaş)maktadırlar, sonra da (bunu bozmak için) söyledikleri şey(i nakzetmey)e dönme(yi isteme)ktedirler; artık (onlara gereken şey; cinsî münâsebette bulunmadan önce yâhut tenâsül uzvuna şehvetle bakmadan ya da şehvetle) ikisi birbirine dokunmadan önce (erkeğin bir köle âzâd ederek, esâret bağı ile bağlı) bir (kölenin) boynu(nu) hürriyete kavuşturmaktır! (Ey Müslümanlar!) İşte size! Bu (öyle bir hükümdür) ki, (böyle haramlar yapmayasınız diye) siz onunla vaaz olunmaktasınız. Zâten Allâh yapmakta olduğunuz şeyleri(n görünen-görünmeyen tüm yönlerinden hakkıyla haberdâr olan bir) Habîr’dir.
فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَتَمَٓاسَّاۚ فَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَاِطْعَامُ سِتّ۪ينَ مِسْك۪ينًاۜ ذٰلِكَ لِتُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٤﴾
﴾4﴿
Fakat her kim (köle âzâd etme imkânı) bulamadıysa, artık (cinsî münâsebette bulunmadan önce yâhut tenâsül uzvuna şehvetle bakmadan ya da şehvetle) ikisi birbirine dokunmadan önce (erkeğin yapması gereken şey), ikisi art arda gelen iki ayın orucudur. Ama her kim buna da imkân bulamadıysa artık (yapması gereken şey) altmış yoksulu yedirmektir. (Ey mümin!) İşte sana! Bu (hükümlerin açıklanması), siz Allâh’a ve Rasûlüne (hakîkî mânâda) îmân edesiniz (de câhiliyet devrindeki kötü âdetlerin tümünü bırakarak onun şerîatının hükümleriyle amel edesiniz) diyedir. İşte sana! Bun(ca hüküm ve kural)lar, ancak Allâh’ın (meşrû ettiği ve aşılmasını haram kıldığı) sınırlarıdır. Ama özellikle (bunları kabullenmeyen) o kâfirler için, çok acı verici büyük bir azap vardır.
اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحَٓادُّونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ كُبِتُوا كَمَا كُبِتَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ مُه۪ينٌۚ ﴿٥﴾
﴾5﴿
Bir de o kimseler ki; Allâh’a ve Rasûlüne muhâlefet etmektedirler; şüphesiz onlardan önceki (din düşmanı) kimseler rezil(-ü rüsvâ) edildiği gibi bunlar da rezil(-ü rüsvâ) edilmiştirler. Hâlbuki gerçekten kendileri (elçimizin doğruluğuna delâlet eden) çok açık âyetler indirdik. Ama özellikle (bunları) inkâr edenler için, çok alçak edici büyük bir azap vardır.
يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللّٰهُ جَم۪يعًا فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُواۜ اَحْصٰيهُ اللّٰهُ وَنَسُوهُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ۟ ﴿٦﴾
﴾6﴿
(Habîbim! Ümmetine anlat) o (korkunç) günü ki; Allâh onları topluca diriltecek, sonra (dünyâdayken) yapmış oldukları (kötü) şeyleri(n fecî âkıbetini) onlara (bir bir) haber verecek. (Nitekim) Allâh (onların yapacakları her şeyi ezelde bilmiş ve) onu (tek tek) say(ıp yazdır)mıştır, hâlbuki onlar onu unutmuşturlar. Zâten Allâh her şeye karşı (hakkıyla şâhit olan ve hiçbir şey Kendisine gizli kalmayan bir) Şehîd’dir.