v02.01.25 Geliştirme Notları
Haşr Sûresi
547
Cuz 28
17﴿ Nihâyet (şeytan ile kâfir ettiği insanın) ikisinin de âkıbeti gerçekten şöyle olmuştur ki; o ikisi de içerisinde ebedî kalacakları o (cehennem) ateş(in)de (azap edilecek)dirler. İşte sana! Bu (ebedî azap) ancak (şirk koşarak en büyük zulmü işlemiş olan) o zâlimlerin cezâsıdır. Alî, İbnü Abbâs, İbnü Mes‘ûd ve Vehb (Radıyallâhu Anhüm) gibi daha birçok sahâbî ve tâbi‘înden rivâyet edildiğine göre; Benîisrâîl’de çok ibâdet eden, duâsıyla delilerin akıllandığı Bersîsâ isimli bir râhib vardı, güzel bir kadın hastalanınca okunması için kardeşleri tarafından onun manastırına getirildi, o kişi onun güzelliğine dayanamayıp onunla zinâ etti. Sonra şeytan, insan kılığına girip ona görünerek o kadını kardeşleri gelmeden öldürüp defnetmesini aksi takdirde rezil olacağını telkin etti. Ardından da kardeşlerine giderek râhibin kadını hâmile bırakıp öldürdüğüne dâir vesvesler verdi ve nihâyet kardeşleri tarafından durum âşikâr edilerek îdâmına hüküm verildi. Tam öldürüleceği anda şeytan ona gelip: “Bugüne kadar başına gelenleri ben tertip ettim, şimdi de seni benden başkası kurtaramaz, o hâlde Allâh’ı inkâr edip bana bir secde yap ki seni kurtarayım” dedi. Râhib sonunda İblîs’e secde ederek kâfir oldu ve hemen akabinde katledildi. İşte bu iki âyet-i kerîme bu râhibin hâlinden bahsetmektedir. (el-Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, 5/213; ‘Abdürrezzâk, et-Tefsîr, rakam:3194, 3/300; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/484; et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 22/541; el-Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, rakam:5450; ‘Ömer en-Nesefî, et-Teysîr, 14/369-371; İbnü Kesîr, et-Tefsîr, 8/76; es-Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 14/389-393)
18﴿ Ey o îmân etmiş olan kimseler! Allâh(ın emir ve yasaklarına karşı çıkmak)tan hakkıyla sakının ve (içinizden) her bir nefis yarın (gibi yakın olan kıyâmet günü) için önceden ne (gibi sâlih ameller) hazırlamış olduğuna (iyi) baksın. Yine siz Allâh(a isyân)dan hakkıyla sakının. Şüphesiz Allâh yapmakta olduğunuz şeyleri(n görünen-görünmeyen tüm yönlerinden hakkıyla haberdâr olan bir) Habîr’dir.
19﴿ (Ey müminler! Siz de) o kimseler gibi olmayın ki; onlar Allâh’ı(n hukûkuna riâyeti) unutmuşturlar, bu sebeple O da onlara kendi nefislerini(n menfaati için çalışmayı) unutturmuştur. (Habîbim!) İşte sana! Ancak onlar, (Allâh’ın tâatından çıkan) fâsık kimselerin ta kendisidir.
20﴿ O (Rablerini unutarak cehennem) ateşin(in ayrılmaz arkadaşları ve) ashâbı (olan kâfirler) ile (îmân ve takvâya sarılarak) cennetin ashâbı(ndan olma şerefini kazanmış kimseler iki cihanda da hiçbir yönden) eşit olamaz. (Zîrâ) ancak o cennetin (dâimî ehli olan) ashâbı kurtuluşa erenlerin ta kendisidir. (Ama ey insanlar! Aşırı gafletinizden ve başınıza gelecekleri az düşündüğünüzden dolayı siz sonsuz nîmetlere mazhar olanlarla, ebedî azaplara uğrayacak olanlar arasındaki büyük farkı anlamıyorsunuz.)
21﴿ (Habîbim!) Eğer Biz işte bu(nca önemli konuları ihtivâ eden yüce) Kur’ân’ı büyük bir dağın üzerine indirseydik (ve size verdiğimiz gibi ona da akıl verecek olsaydık), elbette sen (katılıkta ve kendisine çarpan şeylerden etkilenmeme husûsunda örnek gösterilen) onu(n gibi sert bir şeyi dahî) Allâh’ın korkusundan dolayı iyice boyun eğen ve çatlayıp paramparça olan bir şey olarak görürdün. İşte sana! Bu misaller ki; Biz onları insanlara beyân etmekteyiz. Tâ ki onlar iyice düşünsünler (de yola gelsinler)!
22﴿ O (Rabbiniz) ancak öyle Allâh’tır ki; Kendisinden başka (ibâdete lâyık) hiçbir ilâh yoktur. (Hiçbir yaratılmışın bilgisinin ve duyularının ulaşamayacağı) tüm gizlileri de, (herkes tarafından) bütün görünenleri de (dünyayı da, âhireti de, yoğu da, varı da hakkıyla) bilicidir. Ancak O, (dünyâda mümin-kâfir ayırmaksızın her yaratığa son derece acıyan bir) Rahmân’dır, (âhirette yalnız îmân edenleri son derecede esirgeyen bir) Rahîm’dir.
23﴿ O (Rabbiniz) ancak öyle Allâh’tır ki; Kendisinden başka (kulluk edilmeye lâyık) hiçbir ilâh yoktur. (Allâh-u Te‘âlâ her şeyin yönetimi Kendisine âit olan ve tüm varlıkların yegâne mâlik ve sâhibi bulunan, istediğini üstün, dilediğini alçak kılabilen, kimse tarafından yönetilemeyen ve azledilmesi düşünülemeyen bir) Melik’dir, (noksanlık gerektiren her şeyden son derece arınmış ve bütün kâmil sıfatlar Kendisine âit olan, sınırlanmaktan münezzeh olan ve herhangi bir şekle sâhip olarak düşünülemeyen bir) Kuddûs’dür, (tüm âfetlerden ve yok oluşlardan uzak olup, tüm selâmetler sâdece Kendisinden umulan ve dostlarını sürekli selâmlayan bir) Selâm’dır, (Kendi Zâtına ve peygamberlerine evvelâ Kendisi îmân eden, yarattıklarını zulümden, müminleri de azaptan emin kılan bir) Mü’min’dir, (her şeyi hakkıyla koruyup gözeten ve her varlık üstünde hakkıyla gözcü olan bir) Müheymin’dir, (eşi-benzeri olmayan bir gâlibiyete sâhip olup, mertebesi aslâ düşürülemeyen bir) Azîz’dir, (zorla da olsa dilediği yaratığını irâdesi yönünde mecbur bırakabilen ve yaratılmışların tüm işlerini tam mânâsıyla yoluna koyan bir) Cebbâr’dır, (son derece büyüklük ve ululuk sâhibi olan ve kibir ancak Kendisine yakışan bir) Mütekebbir’dir. Onların şirk koşmakta oldukları şeylerden Allâh’ı tesbîh ile (takdîs eder ve bütün noksan sıfatlardan tenzîh ederim).
24﴿ Ancak O (Rabbiniz yüce) Allâh’tır; halk edicidir (yoktan îcâd eden ve her şeyi bir hikmet üzere ölçüp biçerek vâr edendir), Bâri’dir (her yarattığını kusurlardan uzak bir şekilde yaratan ve kimini kiminden muhtelif şekillerle ayırandır), Musavvir’dir (dilediği şekilde her yaratığa farklı bir şekil verendir). O en güzel (mânâları ifâde eden) isimler sâdece O’na âittir. Göklerde ve yerde bulunan şeyler O’nu(n noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu ifâde etmek üzere) sürekli (tenzîh ve) tesbîh etmektedir. Zâten ancak O (son derece izzet ve ululuk sâhibi olan bir) Azîz’dir, (her işi yerli yerinde olan bir) Hakîm’dir.
سُورَةُ الْحَشْرِ
الجزء ٢٨
٥٤٧
فَكَانَ عَاقِبَتَهُمَٓا اَنَّهُمَا فِي النَّارِ خَالِدَيْنِ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُا الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿١٧
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿١٨
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ ﴿١٩
لَا يَسْتَو۪ٓي اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِۜ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَٓائِزُونَ ﴿٢٠
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٢١
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ ﴿٢٢
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٢٣
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٢٤
Haşr Sûresi
547
Cuz 28
فَكَانَ عَاقِبَتَهُمَٓا اَنَّهُمَا فِي النَّارِ خَالِدَيْنِ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُا الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿١٧
17﴿ Nihâyet (şeytan ile kâfir ettiği insanın) ikisinin de âkıbeti gerçekten şöyle olmuştur ki; o ikisi de içerisinde ebedî kalacakları o (cehennem) ateş(in)de (azap edilecek)dirler. İşte sana! Bu (ebedî azap) ancak (şirk koşarak en büyük zulmü işlemiş olan) o zâlimlerin cezâsıdır. Alî, İbnü Abbâs, İbnü Mes‘ûd ve Vehb (Radıyallâhu Anhüm) gibi daha birçok sahâbî ve tâbi‘înden rivâyet edildiğine göre; Benîisrâîl’de çok ibâdet eden, duâsıyla delilerin akıllandığı Bersîsâ isimli bir râhib vardı, güzel bir kadın hastalanınca okunması için kardeşleri tarafından onun manastırına getirildi, o kişi onun güzelliğine dayanamayıp onunla zinâ etti. Sonra şeytan, insan kılığına girip ona görünerek o kadını kardeşleri gelmeden öldürüp defnetmesini aksi takdirde rezil olacağını telkin etti. Ardından da kardeşlerine giderek râhibin kadını hâmile bırakıp öldürdüğüne dâir vesvesler verdi ve nihâyet kardeşleri tarafından durum âşikâr edilerek îdâmına hüküm verildi. Tam öldürüleceği anda şeytan ona gelip: “Bugüne kadar başına gelenleri ben tertip ettim, şimdi de seni benden başkası kurtaramaz, o hâlde Allâh’ı inkâr edip bana bir secde yap ki seni kurtarayım” dedi. Râhib sonunda İblîs’e secde ederek kâfir oldu ve hemen akabinde katledildi. İşte bu iki âyet-i kerîme bu râhibin hâlinden bahsetmektedir. (el-Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, 5/213; ‘Abdürrezzâk, et-Tefsîr, rakam:3194, 3/300; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/484; et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 22/541; el-Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, rakam:5450; ‘Ömer en-Nesefî, et-Teysîr, 14/369-371; İbnü Kesîr, et-Tefsîr, 8/76; es-Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 14/389-393)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿١٨
18﴿ Ey o îmân etmiş olan kimseler! Allâh(ın emir ve yasaklarına karşı çıkmak)tan hakkıyla sakının ve (içinizden) her bir nefis yarın (gibi yakın olan kıyâmet günü) için önceden ne (gibi sâlih ameller) hazırlamış olduğuna (iyi) baksın. Yine siz Allâh(a isyân)dan hakkıyla sakının. Şüphesiz Allâh yapmakta olduğunuz şeyleri(n görünen-görünmeyen tüm yönlerinden hakkıyla haberdâr olan bir) Habîr’dir.
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ ﴿١٩
19﴿ (Ey müminler! Siz de) o kimseler gibi olmayın ki; onlar Allâh’ı(n hukûkuna riâyeti) unutmuşturlar, bu sebeple O da onlara kendi nefislerini(n menfaati için çalışmayı) unutturmuştur. (Habîbim!) İşte sana! Ancak onlar, (Allâh’ın tâatından çıkan) fâsık kimselerin ta kendisidir.
لَا يَسْتَو۪ٓي اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِۜ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَٓائِزُونَ ﴿٢٠
20﴿ O (Rablerini unutarak cehennem) ateşin(in ayrılmaz arkadaşları ve) ashâbı (olan kâfirler) ile (îmân ve takvâya sarılarak) cennetin ashâbı(ndan olma şerefini kazanmış kimseler iki cihanda da hiçbir yönden) eşit olamaz. (Zîrâ) ancak o cennetin (dâimî ehli olan) ashâbı kurtuluşa erenlerin ta kendisidir. (Ama ey insanlar! Aşırı gafletinizden ve başınıza gelecekleri az düşündüğünüzden dolayı siz sonsuz nîmetlere mazhar olanlarla, ebedî azaplara uğrayacak olanlar arasındaki büyük farkı anlamıyorsunuz.)
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٢١
21﴿ (Habîbim!) Eğer Biz işte bu(nca önemli konuları ihtivâ eden yüce) Kur’ân’ı büyük bir dağın üzerine indirseydik (ve size verdiğimiz gibi ona da akıl verecek olsaydık), elbette sen (katılıkta ve kendisine çarpan şeylerden etkilenmeme husûsunda örnek gösterilen) onu(n gibi sert bir şeyi dahî) Allâh’ın korkusundan dolayı iyice boyun eğen ve çatlayıp paramparça olan bir şey olarak görürdün. İşte sana! Bu misaller ki; Biz onları insanlara beyân etmekteyiz. Tâ ki onlar iyice düşünsünler (de yola gelsinler)!
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ ﴿٢٢
22﴿ O (Rabbiniz) ancak öyle Allâh’tır ki; Kendisinden başka (ibâdete lâyık) hiçbir ilâh yoktur. (Hiçbir yaratılmışın bilgisinin ve duyularının ulaşamayacağı) tüm gizlileri de, (herkes tarafından) bütün görünenleri de (dünyayı da, âhireti de, yoğu da, varı da hakkıyla) bilicidir. Ancak O, (dünyâda mümin-kâfir ayırmaksızın her yaratığa son derece acıyan bir) Rahmân’dır, (âhirette yalnız îmân edenleri son derecede esirgeyen bir) Rahîm’dir.
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٢٣
23﴿ O (Rabbiniz) ancak öyle Allâh’tır ki; Kendisinden başka (kulluk edilmeye lâyık) hiçbir ilâh yoktur. (Allâh-u Te‘âlâ her şeyin yönetimi Kendisine âit olan ve tüm varlıkların yegâne mâlik ve sâhibi bulunan, istediğini üstün, dilediğini alçak kılabilen, kimse tarafından yönetilemeyen ve azledilmesi düşünülemeyen bir) Melik’dir, (noksanlık gerektiren her şeyden son derece arınmış ve bütün kâmil sıfatlar Kendisine âit olan, sınırlanmaktan münezzeh olan ve herhangi bir şekle sâhip olarak düşünülemeyen bir) Kuddûs’dür, (tüm âfetlerden ve yok oluşlardan uzak olup, tüm selâmetler sâdece Kendisinden umulan ve dostlarını sürekli selâmlayan bir) Selâm’dır, (Kendi Zâtına ve peygamberlerine evvelâ Kendisi îmân eden, yarattıklarını zulümden, müminleri de azaptan emin kılan bir) Mü’min’dir, (her şeyi hakkıyla koruyup gözeten ve her varlık üstünde hakkıyla gözcü olan bir) Müheymin’dir, (eşi-benzeri olmayan bir gâlibiyete sâhip olup, mertebesi aslâ düşürülemeyen bir) Azîz’dir, (zorla da olsa dilediği yaratığını irâdesi yönünde mecbur bırakabilen ve yaratılmışların tüm işlerini tam mânâsıyla yoluna koyan bir) Cebbâr’dır, (son derece büyüklük ve ululuk sâhibi olan ve kibir ancak Kendisine yakışan bir) Mütekebbir’dir. Onların şirk koşmakta oldukları şeylerden Allâh’ı tesbîh ile (takdîs eder ve bütün noksan sıfatlardan tenzîh ederim).
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٢٤
24﴿ Ancak O (Rabbiniz yüce) Allâh’tır; halk edicidir (yoktan îcâd eden ve her şeyi bir hikmet üzere ölçüp biçerek vâr edendir), Bâri’dir (her yarattığını kusurlardan uzak bir şekilde yaratan ve kimini kiminden muhtelif şekillerle ayırandır), Musavvir’dir (dilediği şekilde her yaratığa farklı bir şekil verendir). O en güzel (mânâları ifâde eden) isimler sâdece O’na âittir. Göklerde ve yerde bulunan şeyler O’nu(n noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu ifâde etmek üzere) sürekli (tenzîh ve) tesbîh etmektedir. Zâten ancak O (son derece izzet ve ululuk sâhibi olan bir) Azîz’dir, (her işi yerli yerinde olan bir) Hakîm’dir.