اِنَّ بَطْشَ رَبِّكَ لَشَد۪يدٌۜ ﴿١٢﴾
﴾12﴿
(Habîbim!) Gerçekten senin Rabbinin kuvvetlice yakalaması elbette çok şiddetlidir.
اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُع۪يدُۚ ﴿١٣﴾
﴾13﴿
Muhakkak ki O (Allâh-u Te‘âlâ), ancak O (Zât bütün canlıları) baştan yaratır, (öldürdükten) sonra da (dirilterek) geri döndürür.
وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُۙ ﴿١٤﴾
﴾14﴿
Bir de ancak O (bütün ayıpları örten ve günahları çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur, (Kendisine itâat edenleri çokça seven bir) Vedûd’dür.
ذُو الْعَرْشِ الْمَج۪يدُۙ ﴿١٥﴾
﴾15﴿
Arş’ın sâhibidir, Mecîd’dir (Zâtı ve sıfatları çok yüce olan yegâne Zâttır).
فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُۜ ﴿١٦﴾
﴾16﴿
(Meydana gelmesini) murâd etmekte olduğu her şeyi hakkıyla yapıcıdır (ki, murâd ettiği hiçbir şeyin, irâdesi doğrultusunda gerçekleşmemesi düşünülemez).
هَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ الْجُنُودِۙ ﴿١٧﴾
﴾17﴿
(Habîbim!) O (peygamberlerinin aleyhine ittifak kuran azgın) orduların önemli haberi sana geldi (değil) mi?!
فِرْعَوْنَ وَثَمُودَۜ ﴿١٨﴾
﴾18﴿
Firavun’un (ve ordularının) ve (Sâlih nebînin inkârcı kavmi) Semûd’un (başına gelenler var ya; gerçekten de sen inkârları yüzünden o kâfirlerin başına gelenleri bilmektesin).
بَلِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي تَكْذ۪يبٍۙ ﴿١٩﴾
﴾19﴿
Doğrusu o (senin kavminden) kâfir olmuş kimseler (kendilerini azâba sürükleyecek) büyük bir yalanlama içerisindedir(ler).
وَاللّٰهُ مِنْ وَرَٓائِهِمْ مُح۪يطٌۚ ﴿٢٠﴾
﴾20﴿
Hâlbuki Allâh(ın azâbı) arkalarından doğru (çepeçevre onları) kuşatıcıdır (ki, kuşatılan bir şey kendisini kuşatandan kurtulamayacağı gibi, onlar da Allâh-u Te‘âlâ’nın ilim ve kudret dâiresinden dışta kalamazlar ve onlara yapmak istediği şeyler husûsunda O’nu âciz bırakamazlar).
بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ ﴿٢١﴾
﴾21﴿
Doğrusu o (inkâr etmiş oldukları Kitâb), çok şerefli olan yüce bir Kur’ân’dır.
ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ ﴿٢٢﴾
﴾22﴿
(O Kitâb’ın aslı şeytanların ulaşımından korunarak) iyice muhâfaza edilmiş bir Levh(a)da (yazılmış)dır. Rivâyetlere göre; Levh-i Mahfûz bembeyaz bir inciden olup uzunluğu gökle yer arası, eni de doğuyla batı arası kadardır. Kenarları inci ve yâkuttan, kalemi ise nurdandır. Arş’a bağlı bulunan bu levhaya Allâh-u Te‘âlâ her gün üç yüz altmış kere tecellî buyurmaktadır. (el-Âlûsî, 28/439)
SEKSENALTINCI SÛRE-İ CELİLE
el-Târık
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. 17 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
وَالسَّمَٓاءِ وَالطَّارِقِۙ ﴿١﴾
﴾1﴿
Andolsun (kusursuz yaratılan) semâya ve târıka!
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الطَّارِقُۙ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Hem sana ne bildirmiştir ki; târık nedir?
اَلنَّجْمُ الثَّاقِبُۙ ﴿٣﴾
﴾3﴿
(Târık, ışığıyla karanlığı) delici olan yıldızdır.
اِنْ كُلُّ نَفْسٍ لَمَّا عَلَيْهَا حَافِظٌۜ ﴿٤﴾
﴾4﴿
Hiçbir nefis yoktur ki, mutlaka onun üzerinde (amellerini kollayan ve onu şerlerden koruyan) bir muhâfız vardır. (Nitekim her insanın yanında, onun yaptıklarını yazan ve onu kaderi dışındaki tehlikelerden koruyan farklı melekler bulunmaktadır.)
فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَۜ ﴿٥﴾
﴾5﴿
Artık insan hangi şeyden yaratılmış olduğuna (bir) baksın.
خُلِقَ مِنْ مَٓاءٍ دَافِقٍۙ ﴿٦﴾
﴾6﴿
O (insan), süratle akıp dökülen suyun (barındırdığı milyonlarca canlı hücrenin rahme girmesi takdîr edilen) bir parçasından yaratılmıştır.
يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَٓائِبِۜ ﴿٧﴾
﴾7﴿
O (su), (babanın) bel kemiği ile (annenin) göğüs kemikleri arasından çık(ıp, anne rahminde birbirine karış)maktadır.
اِنَّهُ عَلٰى رَجْعِه۪ لَقَادِرٌۜ ﴿٨﴾
﴾8﴿
Muhakkak ki O (Allâh-u Te‘âlâ her şeye Kādir’se de), özellikle onu (yoktan vâr etmesinin ardından, öldürüp toprak ettikten sonra tekrar hayâta) döndürmeye elbette (gücü yeten bir) Kādir’dir.
يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ ﴿٩﴾
﴾9﴿
O tüm gizlilerin araştırılıp açığa çıkarıl(ıp iyiyle kötünün birbirinden ayrıl)acağı günde (Rabbi onu diriltmeye Kādir’dir)!
فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۜ ﴿١٠﴾
﴾10﴿
Artık onun için (başına geleni savuşturacak) hiçbir güç yoktur, hiçbir yardımcı da yoktur!
وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الرَّجْعِۙ ﴿١١﴾
﴾11﴿
Yemîn olsun; o (vakit vakit geri dönerek yağan yağmurların mahalli olan) dönüş sâhibi semâya.
وَالْاَرْضِ ذَاتِ الصَّدْعِۙ ﴿١٢﴾
﴾12﴿
(Yine) andolsun; o (bitkilerle, ağaçlarla ve gözelerle çatlayıp) yarılan yer(yüzün)e!
اِنَّهُ لَقَوْلٌ فَصْلٌۙ ﴿١٣﴾
﴾13﴿
Muhakkak o (Kur’ân-ı Kerîm), elbette (hakla bâtıl arasını) tamâmen ayıran bir sözdür.
وَمَا هُوَ بِالْهَزْلِۜ ﴿١٤﴾
﴾14﴿
O (Kur’ân-ı Kerîm) aslâ şaka (ve oyun-eğlence malzemesi) değildir! (Bilakis tümüyle ciddiyettir. O hâlde onun verdiği tüm haberler ciddiye alınmalı ve okuyan da dinleyen de kırâat esnâsında şakalaşmalardan ve lâubâlîlikten sakınmalıdır.)
اِنَّهُمْ يَك۪يدُونَ كَيْدًاۙ ﴿١٥﴾
﴾15﴿
Şüphesiz ki o (kâfir ola)nlar (Dâru’n-Nedve’de toplanıp Kur’ân’ın nûrunu söndürme konusunda) tam bir tuzak kurarak hîle yapıyorlar.
وَاَك۪يدُ كَيْدًاۚ ﴿١٦﴾
﴾16﴿
Ben de (o) hîleye tam bir karşılık olarak tuzaklarına karşılık vermekteyim (ve haklarındaki murâdımı bilmedikleri yönden onlara nîmet gibi görünen şeyler vererek aslında kendilerini azar azar helâke yaklaştırmaktayım).
فَمَهِّلِ الْكَافِر۪ينَ اَمْهِلْهُمْ رُوَيْدًا ﴿١٧﴾
﴾17﴿
(Habîbim!) O hâlde sen kâfirler(den intikam alma derdin)e (düşmeyip onlara) mühlet ver ve onlara (cezâ verme husûsunda) birazcık daha süre ver.