فَاَمَّا الْاِنْسَانُ اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ رَبُّهُ فَاَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَكْرَمَنِۜ ﴿١٥﴾
﴾15﴿
Ama o (kâfir) insan; (Rabbinin gözetimi altında bulunduğunu hiç düşünmeyip, sâdece dünyâyı önemsediğinden dolayı) ne zaman ki Rabbi onu imtihan (edenin muâmelesine tâbi) eder de akabinde kendisine (çok mal) ikrâm eder ve ona bolca nîmet verir, işte o (şükredecek yerde böbürlenerek ve Allâh’ın ikrâmını dünyâ malının çokluğunda görerek): “Rabbim bana ikrâm etti (beni diğer insanlara karşı üstün yaptı, çünkü ben buna lâyıktım, zâten ben bunları hak etmiştim)” der.
وَاَمَّٓا اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَهَانَنِۚ ﴿١٦﴾
﴾16﴿
Fakat ne zaman ki O (yüce Rabbi) onu imtihan (edenin muâmelesine tâbi) eder de akabinde ona rızkını daraltır, işte o (kâfir insan fakirliğin ancak âhiret fakirliği olduğunu düşünmeyip, yoksulluğu bir alçaklık olarak değerlendirdiği için): “Rabbim beni alçak etti” der.
كَلَّا بَلْ لَا تُكْرِمُونَ الْيَت۪يمَۙ ﴿١٧﴾
﴾17﴿
Hayır! (Allâh’ın ikrâmı ve alçak kılması, dünyâlığı çok ya da az vermesiyle değil, bilakis kendi tâatına muvaffak kılıp-kılmamasıyla anlaşılır.) Doğrusu siz yetime ikramda bulunmuyor (ve ona mîrastan payını vermiyor)sunuz.
وَلَا تَحَٓاضُّونَ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۙ ﴿١٨﴾
﴾18﴿
Yoksulu yedirmeye de birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ اَكْلًا لَمًّاۙ ﴿١٩﴾
﴾19﴿
(Helâl-haram demeden) çokça katılıp toplanmış olan (malları hırslı) bir yeyişle mîrâsı yiyorsunuz.
وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّاۜ ﴿٢٠﴾
﴾20﴿
Ziyâde çok olan bir sevme ile de malı seviyorsunuz.
كَلَّٓا اِذَا دُكَّتِ الْاَرْضُ دَكًّا دَكًّاۙ ﴿٢١﴾
﴾21﴿
Hayır! (Bu yaptığınız aslâ uygun değil!) Ne zaman ki yer(yüzünün dağları), tam bir yıkıp düzlemeden sonra başka bir yıkıp düzleme (sebebi) ile (iyice zelzeleye uğratılıp üstünde yükselen bir şey kalmayıncaya kadar) yıkılıp dümdüz edildiği zaman!
وَجَٓاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّاۚ ﴿٢٢﴾
﴾22﴿
Rabbin(in emri) ve (hükmü ayrıca her semânın) melekler(i mertebelerine göre) bir saftan sonra diğer bir saffa dizilenler hâlinde (mahşere) geldiği zaman!
وَج۪ٓيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْاِنْسَانُ وَاَنّٰى لَهُ الذِّكْرٰىۜ ﴿٢٣﴾
﴾23﴿
Bir de o gün cehennem (her birinden yetmiş bin meleğin tuttuğu yetmiş bin yularla çekilerek) getirildiği zaman, (işte) o gün insan (dünyâda yaptığı günahları düşünerek) iyice öğütlenecektir. Ama o öğütlenme(nin faydası) kendisi için nerededir?!
يَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي قَدَّمْتُ لِحَيَات۪يۚ ﴿٢٤﴾
﴾24﴿
(Nitekim) o: “Ah ne olaydı ben (bu sonsuz) hayâtım için önceden (dünyâdayken sâlih ameller) yapmış olsaydım” diyecektir.
فَيَوْمَئِذٍ لَا يُعَذِّبُ عَذَابَهُٓ اَحَدٌۙ ﴿٢٥﴾
﴾25﴿
İşte o gün O (Allâh-u Sübhânehû)nun azap etmesi gibi hiçbir kimse azap yapamaz.
وَلَا يُوثِقُ وَثَاقَهُٓ اَحَدٌۜ ﴿٢٦﴾
﴾26﴿
O’nun sağlam bağlaması gibi de hiçbir kimse (kimseye) bağ vuramaz.
يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ ﴿٢٧﴾
﴾27﴿
(Allâh-u Te‘âlâ, hesâbı tamamlanan mümin kuluna buyuracak ki:) “Ey (Benim zikrimle kalbi iyice yatışıp) mutmainne olmuş (ve başka bir şeye ihtiyacı kalmamış olan) nefis!
اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ ﴿٢٨﴾
﴾28﴿
(Kavuştuğun nîmetlerden) râzı olan ve (Rabbin nezdinde amelleri kabûle elverişli bulunup) râzı olunan biri olarak Rabbin(in cennetin)e dön.
فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ ﴿٢٩﴾
﴾29﴿
Hemen (sâlih) kullarımın içerisine gir.
وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي ﴿٣٠﴾
﴾30﴿
Böylece (buyur) cennetime gir.”
DOKSANINCI SÛRE-İ CELİLE
el-Beled
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. 20 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
لَٓا اُقْسِمُ بِهٰذَا الْبَلَدِۙ ﴿١﴾
﴾1﴿
Kuvvetle yemîn ederim işte şu (hürmetli) belde (olan Mekke-i Mükerreme)ye!
وَاَنْتَ حِلٌّ بِهٰذَا الْبَلَدِۙ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Bir de sen (şu anda Mekke’de müşrikler tarafından çok eziyet çekmekte isen de ileride orayı fethederek) işte bu beldede konaklayıcısın.
وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَۙ ﴿٣﴾
﴾3﴿
O (bütün insanların babası olması hasebiyle ilk) babaya (da) kasem olsun, onun doğurmuş olduğu kişilere (de; Âdem nebîye de, zürriyetine de) yemîn olsun!
لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ي كَبَدٍۜ ﴿٤﴾
﴾4﴿
(İşte bütün bunlara yemîn olsun ki) elbette Biz insanı gerçekten büyük bir sıkıntı içinde yarattık. (Bu yüzden ana rahminin darlığından başlayıp, dünyânın türlü sıkıntılarına göğüs germekle sürecek, dar ve karanlık mezar süreciyle de devâm edecek olan sonsuz hayâtında iki cihanın birçok musîbetiyle karşılaşacaktır.)
اَيَحْسَبُ اَنْ لَنْ يَقْدِرَ عَلَيْهِ اَحَدٌۢ ﴿٥﴾
﴾5﴿
O (kâfir insan), kimsenin aslâ ona güç yetiremeyeceğini mi sanıyor. Âyet-i kerîme Ebu’l-Eşüdd adındaki bir kâfir hakkında inmiştir ki o, ayağının altına sağlam bir deri döşer, on kişinin kendisini çekiştirmesine rağmen, ayaklarının altındaki deri paramparça olup sâdece ayağının bastığı kısım kalıncaya kadar kimse onu yerinden oynatamazdı. İşte o, bu gücüne güvenerek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e çok düşmanlıklar yapmış ve kıyâmet kopsa bile kimsenin ondan intikam alma gücüne sâhip olmadığını sanmıştı. (el-Beyzâvî; el-Kurtubî; el-Âlûsî, 29/48)
يَقُولُ اَهْلَكْتُ مَالًا لُبَدًاۜ ﴿٦﴾
﴾6﴿
O (kâfir): “Ben (Muhammed’e düşmanlık uğrunda) yığınlarla çok mal tükettim” diyor.
اَيَحْسَبُ اَنْ لَمْ يَرَهُٓ اَحَدٌۜ ﴿٧﴾
﴾7﴿
O zannediyor mu ki (kendisi bunları yaparken) kimse onu görmemiştir?!