اَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِۙ ﴿٨﴾
﴾8﴿
Biz ona (varlıkları görmesini sağlayacak) iki göz vermedik mi?!
وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِۙ ﴿٩﴾
﴾9﴿
Ayrıca (içindekilere tercümân olacak) bir dil, (ağzını kapatacak, konuşmasına ve yeyip içmesine yardımcı olacak) iki de dudak (vermedik mi?)!
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِۚ ﴿١٠﴾
﴾10﴿
Bir de ona (cennet ve cehenneme götüren) iki yol göstermedik mi?
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَۘ ﴿١١﴾
﴾11﴿
Ama o (insan bunca nîmetlerimize şükür için) sarp yokuşa girişemedi.
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْعَقَبَةُۜ ﴿١٢﴾
﴾12﴿
(Habîbim!) Hem sana ne bildirmiştir ki o sarp yokuş ne acâyip büyük bir şeydir?!
فَكُّ رَقَبَةٍۙ ﴿١٣﴾
﴾13﴿
(İnsanın teşebbüs etmesi gereken zor amellerden ibâret o sarp yokuşa girmek ise, esâret bağıyla bağlı) bir boyun(un kölelik bağını) çözmektir.
اَوْ اِطْعَامٌ ف۪ي يَوْمٍ ذ۪ي مَسْغَبَةٍۙ ﴿١٤﴾
﴾14﴿
Yâhut bir açlık ve yorgunluk gününde (yemek) yedirmektir.
يَت۪يمًا ذَا مَقْرَبَةٍۙ ﴿١٥﴾
﴾15﴿
Yakın (akrâba)lık sâhibi olan bir yetimi!
اَوْ مِسْك۪ينًا ذَا مَتْرَبَةٍۜ ﴿١٦﴾
﴾16﴿
Ya da (fakirliğinden dolayı yere serilip) toprağa yapışmış bir yoksulu (yedirmektir)!
ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِۜ ﴿١٧﴾
﴾17﴿
(Nefse ağır gelen sâlih amelleri işleyemeyerek sarp yokuşa göz kestiremeyen bu kişi) sonra o kimselerden olamadı ki onlar îmân etmiştirler, bir de (başlarına gelen belâları da tahammülsüzlükle ve feryâd-ü figanla karşılayanlardan olmayıp aksine) sabır(lı olmak)la birbirine vasiyet etmiştirler ve merhamet(li davranmak) ile birbirine tavsiyede bulunmuşturlar.
اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ ﴿١٨﴾
﴾18﴿
(Habîbim!) İşte sana! Ancak o (vasıflara sâhip ola)nlar o (defterlerini) sağın(dan alarak ebedî saâdete erişecek olan, cennetin) adamlarıdır.
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا هُمْ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ ﴿١٩﴾
﴾19﴿
Ama o kimseler ki Bizim âyetlerimizi inkâr etmiştirler; ancak onlar (amel defterlerini sol elinden alacak olan) o solun adamlarıdır.
عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ ﴿٢٠﴾
﴾20﴿
(İçerisine hiçbir hava girmeyecek ve kendisinden hiçbir ses çıkmayacak şekilde kapakları) sıkıca kapatılmış büyük bir ateş ancak onların üzerindedir.
DOKSANBİRİNCİ SÛRE-İ CELİLE
el-Şems
SÛRE-İ CELîLESİ
Mekkî (Mekke-i Mükerreme döneminde inmiş)dir. 15 ayettir.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle!
وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَاۙۖ ﴿١﴾
﴾1﴿
Kasem olsun güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına!
وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَاۙۖ ﴿٢﴾
﴾2﴿
Aya (da) yemîn olsun; (ayın ilk yarısında) onu(n doğuşu, güneşin batışını) izlediği zaman.
وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَاۙۖ ﴿٣﴾
﴾3﴿
Gündüze (de) andolsun; onu parlat(ıp güneşi görenler için açığa çıkart)dığı zaman!
وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَاۙۖ ﴿٤﴾
﴾4﴿
Geceye (de) kasem olsun; onu bürüdüğü (ve güneşi örttüğü) vakit!
وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَاۙۖ ﴿٥﴾
﴾5﴿
Göğe (de) yemîn olsun, onu (direksiz) binâ etmiş olan O (sonsuz kudret sâhibi) Zâta da yemîn olsun!
وَالْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَاۙۖ ﴿٦﴾
﴾6﴿
Yer(yüzün)e (de) yemîn olsun, onu (su üzerine) döşemiş olan O (eşsiz kuvvet sâhibi) Zâta (da) kasem olsun!
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ ﴿٧﴾
﴾7﴿
Her bir nefse kasem olsun, onları doğru düzgün (bir sûret üzere yaratarak, birbirine uyumlu uzuvlara mâlik ve rahatça yaşamalarına en elverişli bünyeye sâhip) yapmış olan O Zâta (da) yemîn olsun!
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ ﴿٨﴾
﴾8﴿
(Yaratmasının hemen) akabinde O (nefsi yaratan Rabbi) ona fâcirliğini ve takvâsını ilhâm etmiş (hayrı ve şerri, ibâdet ve günahı, neleri yapması ve hangi şeylerden sakınması gerektiğini öğretmiş)tir.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙۖ ﴿٩﴾
﴾9﴿
(İşte bunca önemli şeye yemîn olsun) gerçekten (her isteğine kavuşarak ve istenmedik her türlü şeyden kurtularak) felâha erdi o kimse ki (nefsini ıslâh edip bütün günahlardan uzak tutarak) onu tezkiye etmiştir (arındırmıştır).
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ ﴿١٠﴾
﴾10﴿
Onu (câhillik içerisinde) iyice gizlemiş (ve nefsini fâsıklık bataklığına gömmüş) olan da muhakkak (iki cihanda da zarar ve) ziyâna uğramıştır.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَاۙۖ ﴿١١﴾
﴾11﴿
(Nitekim Sâlih nebînin gönderildiği) Semûd (kavmi) haddi aşması sebebiyle (peygamberlerinin bir mûcize olarak kayadan çıkardığı deve âyetini) yalanladı.
اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَاۙۖ ﴿١٢﴾
﴾12﴿
Bir zamanda (haddi aştılar) ki; en kötüleri (olan Kudâr ibnü Sâlif, deveyi kesme azmiyle) harekete geçti.
فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ نَاقَةَ اللّٰهِ وَسُقْيٰيهَا۠ ﴿١٣﴾
﴾13﴿
Bunun üzerine Allâh’ın Rasûlü (Sâlih nebî) onlara: “Allâh’ın (mûcize olarak kayadan çıkardığı) dişi devesin(e zarar vermek)den (sakının), içeceği suyun(a mâni olmak)dan da (uzak durun)” dedi.
فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَاۙۖ فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَاۙۖ ﴿١٤﴾
﴾14﴿
Ama onlar onu yalanladılar, netîcede (devenin) ayaklarını keserek (işe başlayıp) onu boğazladılar. Artık günahları sebebiyle Rableri onların üzerine (azâbı) kapatma yaptı ve onları(n kendilerini de, evlerini-ocaklarını da yerle bir ederek) dümdüz yaptı.
وَلَا يَخَافُ عُقْبٰيهَا ﴿١٥﴾
﴾15﴿
Zâten O (Allâh yaptığı hiçbir şeyin özellikle) bunun âkıbetinden (ve kâr-zarar bakımından netîcesinin ne olacağından) korkmaz. (Ama cezâlandırma yapan herkes: “Acabâ bundan bir zarar gelir mi?” diye endişelenir.)