v02.01.25 Geliştirme Notları
Nisâ Sûresi
94
Cuz 5
102﴿ (Habîbim!) Bir de sen onların içerisinde bulunup da kendilerine namaz kıldır(mayı arzula)dığın zaman (onları iki kısma ayır), içlerinden bir tâife seninle birlikte hemen (namaz için) kıyâma dursun ve (tedbir için, kendilerini namazdan meşgul etmeyecek şekilde) silahlarını (yanlarına) alsınlar. Bu (namaz kıla)nlar (rekâtın sonunda ikinci defâ) secde ettikleri vakit (düşmanın karşısında durmak için) hemen (dönüp) arkanızda bulunsunlar, namaz kılmamış olan diğer topluluk ise gelip seninle birlikte namaz kılsınlar ve (zırh gibi) korunma âletlerini de, (kılıç gibi savaşacak) silahlarını da (yanlarına) alsınlar. (Çünkü) o kâfir olmuş kimseler arzuladı(lar) ki; siz silahlarınızdan ve (harp) eşyânızdan gâfil olasınız da tek bir hamle ile üzerinize yüklen(erek işinizi bitir)sinler. Eğer sizde yağmurdan (dolayı) bir eziyet bulunuyorsa yâhut da hastalar olduysanız, silahlarınızı (yanınıza almayıp) bırakmanızda üzerinize hiçbir günah yoktur. Yine de siz (gücünüz nispetinde) korunma (tertîbâtı)nızı alın. Şüphesiz Allâh o kâfirler için çok alçaltıcı büyük bir azap hazırlamıştır. İbnü Abbâs ve Câbir (Radıyallâhu Anhüm)dan rivâyete göre; bir muhârebede müşrikler Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve ashâbının öğle namazını cemâatle kıldıklarını görünce, onlara namaz kılarlarken niçin saldırmadıklarına pişmân oldular. O sırada bir kısmı: “Şimdi onlara dokunmayın, zîrâ önlerinde babalarından ve oğullarından daha çok değer verdikleri bir ikindi namazı vardır ki, ona kalktıklarında üzerlerine saldırırsınız” dediler. Bunun üzerine Cebrâîl (Aleyhisselâm) inerek: “Yâ Muhammed! Şüphesiz bu, korku namazıdır ki; sen içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit...” meâlindeki bu âyet-i kerîmeyi okudu. (el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 1/472) O gün Müslümanların ikindi namazına kalkmasını bekleyen müşrikler, namaz vakti girdiğinde onların hep birden namaza durmayıp ikiye bölündüklerini, bir kısmı Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile berâber kılarken, diğerlerinin cephede nöbet beklediklerini görünce çok şaşırdılar ve bu fikirlerinin Müslümanlara kim tarafından aktarıldığını araştırma netîcesinde, öğle ile ikindi arası bu hususta Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e vahiy geldiği bilgisine ulaştıklarında, müşriklerin komutanı Hâlid ibnü Velîd Müslüman oldu. (el-Kurtubî, et-Tefsîr, 5/363) Fıkıhta geçen “Korku Namazı” bu âyet-i kerîmeden alınmıştır ki, bunun şartları ve şekilleriyle alâkalı meseleler için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 5/614-618
103﴿ Artık o (korku) namazı(nı) bitirdiğinizde, ayakta duran kimseler, oturan kişiler ve yanlarınız üzerinde (yaslananlar) iken (her hâlükârda) Allâh’ı zikredin. (Kalplerinizden korku gidip) sükûnete (ve güven ortamına) kavuştuğunuzda ise o (farz) namazları (emrolunduğu şekil üzere) dosdoğru kılın. Şüphesiz ki namaz, îmân eden kimseler üzerine (yüklenen) vakti belirlenmiş büyük bir farz olmuştur. Bu âyet-i kerîmeden anlaşıldığı üzere; namaz müminlere, rastgele bir şekilde olarak değil de, vakitleri belirlenmiş olarak farz kılınmış bir ibâdettir. Farz namazların beş vakit olduğu bu âyet-i kerîmede kısa ve kapalı bir ifâdeyle yer bulmuşsa da, Bakara Sûresi’nin 238. âyet-i kerîmesi, İsrâ Sûresi’nin 78. âyet-i kerîmesi, Rûm Sûresi’nin 17 ve 18. âyet-i kerîmeleri, Hûd Sûresi’nin 114. âyet-i kerîmesi, Tâhâ Sûresi’nin 130. âyet-i kerîmesi, bir de Zâriyât Sûresi’nin 39 ve 40. âyet-i kerîmeleri beş vakit namazın ayrı ayrı beş vaktini açıklamışlardır. Ayrıca namazın beş vakit olarak farz kılındığına dâir birçok mütevâtir hadîs-i şerîf mevcuttur. Ümmetin tamâmı da bir gün ve bir gece içerisinde beş vakit namazın farz olduğu hakkında söz birliği etmişlerdir. Maalesef hakkında Kitap, Sünnet ve İcmâ‘dan bunca delil bulunan böyle önemli bir konu bile, âlim geçinen bâzı kimselerce inkâr edilmekte, buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerîm’de beş sayısının açıkça belirtilmediği safsatası ortaya atılmaktadır. Fakat Allâh-u Te‘âlâ’nın bildirmesiyle gaybî konulardan haberdâr olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “İslâm kulplarının birer birer bozulacağını ve sonunda namazın üç vakit olduğunu savunanların bile çıkacağını, ama bu kişileri Deccâl ile birlikte haşretmenin Allâh-u Te‘âlâ üzerine bir hak olduğu”nu açıklamıştır. (el-Hâkim, el-Müstedrek, el-Fiten:156, rakam:8448, 4/516)
104﴿ Ayrıca siz (düşmanlarınız olan) o kavmi (tâkip edip) aramakta gevşeklik etmeyin. Eğer siz (yaralanıp berelenerek) acı çekiyor olduysanız, siz acı çektiğiniz gibi hiç şüphesiz onlar da acı çekmektedirler. Siz ise (dîninizi bütün dinlere gâlip kılması ve sizi âhirette sevaplara kavuşturması gibi) onların ümit edemeyecekleri şeyleri Allâh’tan ummaktasınız. (Sonra onlar bu acılara dayanıyorlarken, size ne oldu da sabretmiyorsunuz?! Hâlbuki bu sabır en çok size yakışır.) Allâh ise (müminlerin çektiği acı dâhil her şeyi) dâimâ (çok iyi bilen bir) Alîm ve (verdiği emir ve yasakların tümü hikmetli olan bir) Hakîm olmuştur.
105﴿ Şüphesiz ki Biz o Kitâb’ı sana (indirilmesini münâsip kılan) hak(lı ve hikmetli bir maksad) ile indirdik ki; netîcede sen insanlar arasında Allâh’ın sana gösterdiği (karar) ile hükmedesin. Öyleyse sen hâinler(i temize çıkarmak) için bir mücâdeleci olma! Katâde ibnü Nu‘mân (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatıyor: Aramızda Übeyrıkoğulları diye anılan bir hâne halkı vardı ki içlerinde bulunan Beşîr isimli münâfık, şiir söyleyerek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbını hicveder, sonra da bu şiiri Araplardan birine nispet ederek: “Felanca şöyle dedi, felanca böyle dedi” derdi. Ashâb-ı kirâm bu şiirleri duyunca: “Allâh’a yemîn olsun ki; bu şiiri şu pis heriften başkası söylememiştir. Onu mutlaka İbnü Übeyrık söylemiştir” derlerdi. Bu âile câhiliyet devrinde de, İslâm döneminde de ihtiyaç sâhipleri idiler. O zaman Medîne’de insanların gıdâsı hurma ve arpadan ibâretti. Kişi zenginse beyaz un tüccarı geldiği vakit ondan satın aldığı unu sâdece âilesine ayırırdı. Bir seferinde Şâm’dan bir tâcir geldi. Amcam Rifâ‘a ibnü Zeyd bir yük beyaz un aldı ve onu kilere koydu, o odada silah, zırh ve kılıç da vardı. Bir gece hırsızlar tarafından yiyecek ve silah çalındı. Sabah olunca amcam Rifâ‘a bana uğradı ve durumu bildirdi. Bunun üzerine biz mahallede araştırma yaparken, o gece Übeyrıkoğullarının ocak yaktıklarını duyunca onlar üzerine yoğunlaştık. Kendilerini sorguya çektiğimizde Allâh adına yemîn ederek, çevremizde sâlih birisi olarak tanıdığımız Lebîd ibnü Sehl’i hırsız gösterdiler. Lebîd bu iftirâyı duyunca kılıcını çekerek: “Allâh’a yemîn olsun ki; ya bu hırsızlığı açığa çıkaracaksınız, ya da bu kılıç sizi deşecek” dedi. Onlar işin ciddiyetini anlayınca: “Bize dalaşma, senin hırsızlıkla ne alâkan var?!” diyerek lafı çevirdiler. Araştırma netîcesinde hırsızlığı kendilerinin yaptığı hakkında şüphemiz kalmayınca amcam benden Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gidip durumu anlatmamı istedi. Ben Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına vardığımda: “İçimizde bulunan hayırsız bir hâne halkı amcamın silah ve yiyeceğini çaldılar, yiyeceğe ihtiyâcımız yok, hiç olmazsa silahımızı iâde etsinler” dediğimde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Muhakkak ben bu hususta emir vereceğim” buyurdu. Durumdan haberdâr olan Übeyrıkoğulları, Üseyr ibnü Urve isimli adamlarına gidip hırsızlık yapmadıklarına dâir onu iknâ ettiler. Mahalleden bir kısım insanlar da onlara kanıp Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e: “Ey Allâh’ın Rasûlü! Katâde ve amcası içimizden sâlih bir âileyi bir delîle dayanmaksızın iftirâlarına hedef yaptı” dediler. O zaman Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bana: “Müslüman ve sâlih oldukları söylenen bir âileyi hedef alıp hırsızlıkla mı ithâm ediyorsun?! Oysa delîlin de yok” buyurdu. Bu durum karşısında ben: “Keşke çok malım gitseydi de bu hususta Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e bir şey söylememiş olsaydım” temennîsiyle oradan ayrıldım. O sırada amcam yanıma gelip ne yaptığımı sorunca ben ona durumu anlattım, o da: “Kendisinden yardım istenilen Zât ancak Allâh-u Te‘âlâ’dır” dedi. Aradan çok geçmeden bu âyet-i celîleden itibâren on bir âyet-i kerîme (105-115) nâzil olunca çalınan silahlar Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e getirildi, o da onları amcama iâde etti. (et-Tirmizî, et-Tefsîr:5, rakam:3036, 5/245; et-Taberî, rakam:10416, 4/266)
سُورَةُ النِّسَاءِ
الجزء ٥
٩٤
وَاِذَا كُنْتَ ف۪يهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلٰوةَ فَلْتَقُمْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُٓوا اَسْلِحَتَهُمْ۠ فَاِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَٓائِكُمْۖ وَلْتَأْتِ طَٓائِفَةٌ اُخْرٰى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَاَسْلِحَتَهُمْۚ وَدَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ اَسْلِحَتِكُمْ وَاَمْتِعَتِكُمْ فَيَم۪يلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةًۜ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ كَانَ بِكُمْ اَذًى مِنْ مَطَرٍ اَوْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَنْ تَضَعُٓوا اَسْلِحَتَكُمْۚ وَخُذُوا حِذْرَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ اَعَدَّ لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابًا مُه۪ينًا ﴿١٠٢
فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلٰوةَ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِكُمْۚ فَاِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۚ اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا ﴿١٠٣
وَلَا تَهِنُوا فِي ابْتِغَٓاءِ الْقَوْمِۜ اِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَاِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَۚ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا يَرْجُونَۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا۟ ﴿١٠٤
اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِن۪ينَ خَص۪يمًاۙ ﴿١٠٥
Nisâ Sûresi
94
Cuz 5
وَاِذَا كُنْتَ ف۪يهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلٰوةَ فَلْتَقُمْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُٓوا اَسْلِحَتَهُمْ۠ فَاِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَٓائِكُمْۖ وَلْتَأْتِ طَٓائِفَةٌ اُخْرٰى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَاَسْلِحَتَهُمْۚ وَدَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ اَسْلِحَتِكُمْ وَاَمْتِعَتِكُمْ فَيَم۪يلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةًۜ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ كَانَ بِكُمْ اَذًى مِنْ مَطَرٍ اَوْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَنْ تَضَعُٓوا اَسْلِحَتَكُمْۚ وَخُذُوا حِذْرَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ اَعَدَّ لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابًا مُه۪ينًا ﴿١٠٢
102﴿ (Habîbim!) Bir de sen onların içerisinde bulunup da kendilerine namaz kıldır(mayı arzula)dığın zaman (onları iki kısma ayır), içlerinden bir tâife seninle birlikte hemen (namaz için) kıyâma dursun ve (tedbir için, kendilerini namazdan meşgul etmeyecek şekilde) silahlarını (yanlarına) alsınlar. Bu (namaz kıla)nlar (rekâtın sonunda ikinci defâ) secde ettikleri vakit (düşmanın karşısında durmak için) hemen (dönüp) arkanızda bulunsunlar, namaz kılmamış olan diğer topluluk ise gelip seninle birlikte namaz kılsınlar ve (zırh gibi) korunma âletlerini de, (kılıç gibi savaşacak) silahlarını da (yanlarına) alsınlar. (Çünkü) o kâfir olmuş kimseler arzuladı(lar) ki; siz silahlarınızdan ve (harp) eşyânızdan gâfil olasınız da tek bir hamle ile üzerinize yüklen(erek işinizi bitir)sinler. Eğer sizde yağmurdan (dolayı) bir eziyet bulunuyorsa yâhut da hastalar olduysanız, silahlarınızı (yanınıza almayıp) bırakmanızda üzerinize hiçbir günah yoktur. Yine de siz (gücünüz nispetinde) korunma (tertîbâtı)nızı alın. Şüphesiz Allâh o kâfirler için çok alçaltıcı büyük bir azap hazırlamıştır. İbnü Abbâs ve Câbir (Radıyallâhu Anhüm)dan rivâyete göre; bir muhârebede müşrikler Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve ashâbının öğle namazını cemâatle kıldıklarını görünce, onlara namaz kılarlarken niçin saldırmadıklarına pişmân oldular. O sırada bir kısmı: “Şimdi onlara dokunmayın, zîrâ önlerinde babalarından ve oğullarından daha çok değer verdikleri bir ikindi namazı vardır ki, ona kalktıklarında üzerlerine saldırırsınız” dediler. Bunun üzerine Cebrâîl (Aleyhisselâm) inerek: “Yâ Muhammed! Şüphesiz bu, korku namazıdır ki; sen içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit...” meâlindeki bu âyet-i kerîmeyi okudu. (el-Beğavî, Me‘âlimü’t-Tenzîl, 1/472) O gün Müslümanların ikindi namazına kalkmasını bekleyen müşrikler, namaz vakti girdiğinde onların hep birden namaza durmayıp ikiye bölündüklerini, bir kısmı Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile berâber kılarken, diğerlerinin cephede nöbet beklediklerini görünce çok şaşırdılar ve bu fikirlerinin Müslümanlara kim tarafından aktarıldığını araştırma netîcesinde, öğle ile ikindi arası bu hususta Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e vahiy geldiği bilgisine ulaştıklarında, müşriklerin komutanı Hâlid ibnü Velîd Müslüman oldu. (el-Kurtubî, et-Tefsîr, 5/363) Fıkıhta geçen “Korku Namazı” bu âyet-i kerîmeden alınmıştır ki, bunun şartları ve şekilleriyle alâkalı meseleler için bakınız: Rûhu’l-Furkān Tefsîri, 5/614-618
فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلٰوةَ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِكُمْۚ فَاِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۚ اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا ﴿١٠٣
103﴿ Artık o (korku) namazı(nı) bitirdiğinizde, ayakta duran kimseler, oturan kişiler ve yanlarınız üzerinde (yaslananlar) iken (her hâlükârda) Allâh’ı zikredin. (Kalplerinizden korku gidip) sükûnete (ve güven ortamına) kavuştuğunuzda ise o (farz) namazları (emrolunduğu şekil üzere) dosdoğru kılın. Şüphesiz ki namaz, îmân eden kimseler üzerine (yüklenen) vakti belirlenmiş büyük bir farz olmuştur. Bu âyet-i kerîmeden anlaşıldığı üzere; namaz müminlere, rastgele bir şekilde olarak değil de, vakitleri belirlenmiş olarak farz kılınmış bir ibâdettir. Farz namazların beş vakit olduğu bu âyet-i kerîmede kısa ve kapalı bir ifâdeyle yer bulmuşsa da, Bakara Sûresi’nin 238. âyet-i kerîmesi, İsrâ Sûresi’nin 78. âyet-i kerîmesi, Rûm Sûresi’nin 17 ve 18. âyet-i kerîmeleri, Hûd Sûresi’nin 114. âyet-i kerîmesi, Tâhâ Sûresi’nin 130. âyet-i kerîmesi, bir de Zâriyât Sûresi’nin 39 ve 40. âyet-i kerîmeleri beş vakit namazın ayrı ayrı beş vaktini açıklamışlardır. Ayrıca namazın beş vakit olarak farz kılındığına dâir birçok mütevâtir hadîs-i şerîf mevcuttur. Ümmetin tamâmı da bir gün ve bir gece içerisinde beş vakit namazın farz olduğu hakkında söz birliği etmişlerdir. Maalesef hakkında Kitap, Sünnet ve İcmâ‘dan bunca delil bulunan böyle önemli bir konu bile, âlim geçinen bâzı kimselerce inkâr edilmekte, buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerîm’de beş sayısının açıkça belirtilmediği safsatası ortaya atılmaktadır. Fakat Allâh-u Te‘âlâ’nın bildirmesiyle gaybî konulardan haberdâr olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “İslâm kulplarının birer birer bozulacağını ve sonunda namazın üç vakit olduğunu savunanların bile çıkacağını, ama bu kişileri Deccâl ile birlikte haşretmenin Allâh-u Te‘âlâ üzerine bir hak olduğu”nu açıklamıştır. (el-Hâkim, el-Müstedrek, el-Fiten:156, rakam:8448, 4/516)
وَلَا تَهِنُوا فِي ابْتِغَٓاءِ الْقَوْمِۜ اِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَاِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَۚ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا يَرْجُونَۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا۟ ﴿١٠٤
104﴿ Ayrıca siz (düşmanlarınız olan) o kavmi (tâkip edip) aramakta gevşeklik etmeyin. Eğer siz (yaralanıp berelenerek) acı çekiyor olduysanız, siz acı çektiğiniz gibi hiç şüphesiz onlar da acı çekmektedirler. Siz ise (dîninizi bütün dinlere gâlip kılması ve sizi âhirette sevaplara kavuşturması gibi) onların ümit edemeyecekleri şeyleri Allâh’tan ummaktasınız. (Sonra onlar bu acılara dayanıyorlarken, size ne oldu da sabretmiyorsunuz?! Hâlbuki bu sabır en çok size yakışır.) Allâh ise (müminlerin çektiği acı dâhil her şeyi) dâimâ (çok iyi bilen bir) Alîm ve (verdiği emir ve yasakların tümü hikmetli olan bir) Hakîm olmuştur.
اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِن۪ينَ خَص۪يمًاۙ ﴿١٠٥
105﴿ Şüphesiz ki Biz o Kitâb’ı sana (indirilmesini münâsip kılan) hak(lı ve hikmetli bir maksad) ile indirdik ki; netîcede sen insanlar arasında Allâh’ın sana gösterdiği (karar) ile hükmedesin. Öyleyse sen hâinler(i temize çıkarmak) için bir mücâdeleci olma! Katâde ibnü Nu‘mân (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatıyor: Aramızda Übeyrıkoğulları diye anılan bir hâne halkı vardı ki içlerinde bulunan Beşîr isimli münâfık, şiir söyleyerek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbını hicveder, sonra da bu şiiri Araplardan birine nispet ederek: “Felanca şöyle dedi, felanca böyle dedi” derdi. Ashâb-ı kirâm bu şiirleri duyunca: “Allâh’a yemîn olsun ki; bu şiiri şu pis heriften başkası söylememiştir. Onu mutlaka İbnü Übeyrık söylemiştir” derlerdi. Bu âile câhiliyet devrinde de, İslâm döneminde de ihtiyaç sâhipleri idiler. O zaman Medîne’de insanların gıdâsı hurma ve arpadan ibâretti. Kişi zenginse beyaz un tüccarı geldiği vakit ondan satın aldığı unu sâdece âilesine ayırırdı. Bir seferinde Şâm’dan bir tâcir geldi. Amcam Rifâ‘a ibnü Zeyd bir yük beyaz un aldı ve onu kilere koydu, o odada silah, zırh ve kılıç da vardı. Bir gece hırsızlar tarafından yiyecek ve silah çalındı. Sabah olunca amcam Rifâ‘a bana uğradı ve durumu bildirdi. Bunun üzerine biz mahallede araştırma yaparken, o gece Übeyrıkoğullarının ocak yaktıklarını duyunca onlar üzerine yoğunlaştık. Kendilerini sorguya çektiğimizde Allâh adına yemîn ederek, çevremizde sâlih birisi olarak tanıdığımız Lebîd ibnü Sehl’i hırsız gösterdiler. Lebîd bu iftirâyı duyunca kılıcını çekerek: “Allâh’a yemîn olsun ki; ya bu hırsızlığı açığa çıkaracaksınız, ya da bu kılıç sizi deşecek” dedi. Onlar işin ciddiyetini anlayınca: “Bize dalaşma, senin hırsızlıkla ne alâkan var?!” diyerek lafı çevirdiler. Araştırma netîcesinde hırsızlığı kendilerinin yaptığı hakkında şüphemiz kalmayınca amcam benden Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gidip durumu anlatmamı istedi. Ben Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına vardığımda: “İçimizde bulunan hayırsız bir hâne halkı amcamın silah ve yiyeceğini çaldılar, yiyeceğe ihtiyâcımız yok, hiç olmazsa silahımızı iâde etsinler” dediğimde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Muhakkak ben bu hususta emir vereceğim” buyurdu. Durumdan haberdâr olan Übeyrıkoğulları, Üseyr ibnü Urve isimli adamlarına gidip hırsızlık yapmadıklarına dâir onu iknâ ettiler. Mahalleden bir kısım insanlar da onlara kanıp Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e: “Ey Allâh’ın Rasûlü! Katâde ve amcası içimizden sâlih bir âileyi bir delîle dayanmaksızın iftirâlarına hedef yaptı” dediler. O zaman Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bana: “Müslüman ve sâlih oldukları söylenen bir âileyi hedef alıp hırsızlıkla mı ithâm ediyorsun?! Oysa delîlin de yok” buyurdu. Bu durum karşısında ben: “Keşke çok malım gitseydi de bu hususta Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e bir şey söylememiş olsaydım” temennîsiyle oradan ayrıldım. O sırada amcam yanıma gelip ne yaptığımı sorunca ben ona durumu anlattım, o da: “Kendisinden yardım istenilen Zât ancak Allâh-u Te‘âlâ’dır” dedi. Aradan çok geçmeden bu âyet-i celîleden itibâren on bir âyet-i kerîme (105-115) nâzil olunca çalınan silahlar Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e getirildi, o da onları amcama iâde etti. (et-Tirmizî, et-Tefsîr:5, rakam:3036, 5/245; et-Taberî, rakam:10416, 4/266)